MAHKEMESİ : Mersin 1. İş MahkemesiTARİHİ : 12/04/2011NUMARASI : 2010/666-2011/198Taraflar arasındaki “rücuan tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Mersin 1. İş Mahkemesi'nce davanın kabulüne dair verilen 29.03.2006 gün ve 2005/915 E., 2006/182 K. sayılı kararın incelenmesi davalılar vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 10. Hukuk Dairesi'nin 25.12.2007 gün ve 2007/11567 E., 2007/21262 K. sayılı ilamı ile; “…Dava, İş kazasından doğan rücu tazminatı istemine ilişkin olup, yasal dayanağı oluşturan 506 sayılı Kanunun 26.maddesindeki “halefiyet” ilkesi uyarınca, kurumun rücu alacağı, hak sahiplerinin tazmin sorumlularından isteyebileceği maddi zarar (tavan) miktarı ile sınırlı iken; Anayasa Mahkemesi’nin 23.11.2006 gün, 2003/10 Esas ve 2006/106 Karar sayılı kararı ile anılan yasa maddesinin birinci fıkrasında yer alan “...sigortalı veya hak sahibi kimselerin işverenden isteyebilecekleri miktarla sınırlı olmak üzere...” ibarelerinin Anayasa’ya aykırılık nedeniyle iptaline karar verilmiştir.Anayasa’nın 152 ve 153.maddelerinde öngörülen düzenlemelere göre; Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararlarının Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmesi ile birlikte, elde bulunan ve kesinleşmemiş tüm davalarda uygulanmasının zorunlu olması karşısında, iptal kararının Resmi Gazete’de yayınlandığı 21.03.2007 tarihinden sonra; Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 76. maddesi uyarınca, yürürlükteki yasaları uygulamakla yükümlü bulunan mahkemelerin ve giderek Yargıtay’ın, iptal kararı ile keenlemyekun (yok hükmünde) olan ve böylece yürürlükten kalkan bir yasa maddesine dayanarak inceleme yapma ve karar verme yetkilerinin bulunmadığının kabulü doğal olup, bu yönde bir uygulama yapılmasına cevaz yoktur (İBBGK.’nun 09.05.1960 gün, 1960/21-9 sayılı kararı; YHGK.’nun 21.01.2004 gün, 10-44/19 sayılı, 07.04.2004 gün, 214/19 sayılı; 2004/448-461 sayılı kararları).Gerçekten de, usulü kazanılmış hak gereğince uygulanması gereken bir kanun hükmü, sonradan (karar kesinleşmeden önce) Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilirse; artık usulü kazanılmış hakka göre değil; aksine, usulü kazanılmış hakkın istisnası olarak; iptal kararından sonra oluşan yeni hukuki duruma göre karar verilmesi gereği vardır (Kuru, S.4784).Şu hale göre; 26'ncı maddede sayılan koşullarda kurumu sigortalının ardılı (halefi) olarak kabul eden anılan maddesinin 1.fıkrasındaki itiraz konusu kuralın iptalinden sonra bu madde uyarınca açılan davalarda artık halefiyet ilkesine dayanılamayacağı, kurumun rücu hakkının hukuki temelinin “halefiyet” yerine bundan böyle; yasadan doğan, sigortalı veya hak sahibi kimselerin alacaklarından bağımsız, kendine özgü “basit rücu” hakkına dönüşmüş olmasının kabulüyle; bu aşamadan sonra; zararlandırıcı sigorta olayı nedeniyle, sigortalı veya hak sahiplerine kurum tarafından bağlanan gelirin (başladığı tarihteki) ilk peşin sermaye değerinin, tazmin sorumlularının (işverenin) kusuruna isabet eden miktarıyla sınırlı şekilde hüküm kurulması gerekir. Nitekim bu yönler, Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararının gerekçesine yansıdığı şekilde “...kanuna uymayan eylemi nedeniyle, hukuksal yaptırıma maruz kalan ve bunun sonucu olarak da bağlanan gelirlerin sermaye değerini kuruma ödeyen, böylece olayla bağlantısı (ilişkisi) kesilen işverenin; kanun, kanun hükmünde kararname ve kararlarla getirilen katsayılarla, sigortalıya önceden bağlanan gelirlerde sonradan yapılacak artışlardan ve bu artışların peşin sermaye değerinden sorumlu tutularak; sürekli dava tehdidi altında bulundurulması, Sosyal Güvenlik Kuruluşlarına ait olması gereken risklerin, işverene yükletilmesi; hakkaniyet ve sorumluluk ilkeleriyle bağdaşmadığı gibi sosyal hukuk devleti prensiplerine de aykırılık oluşturur...” denilerek; gelirlerdeki artışların tazmin sorumlularından (işverenlerden) istenemeyeceği; kesin bir anlatımla ortaya konmuştur.Anayasa Mahkemesi kararlarının, konuyu açıklayıcı özelliği itibarıyla her kesimi ve bu arada mahkemeleri, gerekçeleriyle de bağlayıcı olduğu hususu gözetildiğinde; iptal kararı ile birlikte ortaya çıkan, bu yeni hukuki durum itibarıyla; konuya uygulama açısından açıklık getirmek gerekirse; öncelikle, kurumun rücu hakkının hukuksal temeli halefiyete değil kanundan doğan (basit) rücu hakkına dayandığının kabul edilmesiyle birlikte; artık ilk peşin değerli gelirlerin (bağlandığı tarih itibarıyla) her bir hak sahibi yönünden tazmin sorumlularının kusuruna isabet eden miktarla sınırlı şekilde hüküm kurulması gereği vardır. Bu durumda açıklıkla söyleyebiliriz ki, ilk peşin sermaye değerli gelirlerdeki artışların istenemeyeceğinde kuşku ve duraksamaya yer yoktur.Hemen belirtmek gerekirse, bundan sonra 506 sayılı yasa uyarınca açılan rücuan tazminat davalarına ilişkin olarak süregelen uygulamada olduğu üzere; maddi zarar (tavan) hesabı yapılması gerekmediği gibi; 506 sayılı yasanın 10. maddesinin uygulanmasını gerektiren durumlarda da Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararından önceki, süregelen içtihatlarla oluşturulup uygulanan prensiplerde temel farklı bir yaklaşım bulunmamaktadır. Ancak, 10. madde uygulamasında artık, tavan zarar hesabı yerine, kurumun sigortalıya başlangıçta bağladığı ilk peşin sermaye değeri üzerinden hesaplama yapılmasında herhangi bir tereddüt olmamalıdır. Ayrıca yapılan tüm hesaplama uygulamalarında; tazmin sorumlusunun, sigortalıya veya hak sahiplerine yapmış olduğu, her türlü ödeme ve ibranın da kurumun rücu alacağından düşülmesine imkan bulunmadığı göz önünde tutulmalıdır.Öte yandan, kurumun bundan böyle artık halef sıfatını taşımadığı, sigortalının alacağından bağımsız, kanundan doğan rücu hakkına sahip olduğu gözetilerek; sigortalı veya hak sahipleri tarafından tazmin sorumluları aleyhine açılan tazminat davasında alınan kusur ve hesap raporu, rücu davasında bağlayıcı olmayıp, güçlü delil niteliğinde sayılması gerekir. Ancak, bu aşamada ilave edelim ki kesinleşen önceki rücu davalarında hüküm altına alınan miktarın mahsubu yapılırken, sigortalıya bağlanan gelirin ilk peşin sermaye değerinin esas alınması gerektiğinin; şayet ilk peşin sermaye değerli gelirle birlikte artışlara da hükmedilmişse, artışların karar altına alınacak rücu tazminatından mahsup edilmesine olanak bulunmadığı da göz ardı edilmemelidir. Bu çerçevede meseleye fiili ödemeler açısından bakıldığında ise; fiili ödemenin mevcudiyeti halinde kurumun talep edebileceği miktarın hesabının da aynı şekilde gerçekleştirilmesi gerekmekte olup; ilk peşin sermaye değerli gelir ile fiili ödeme miktarı karşılaştırılmalı ve hangisi düşük ise anılan tutar esas alınıp kusur uygulanmalıdır.Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra, 506 sayılı yasaya dayalı olarak işverenler aleyhine açılan rücuan tazminat davalarında; süregelen mevcut uygulama dışında, herhangi bir etkileşim ve değişim öngörülmediğinden, Borçlar Kanununun 332/1. maddesinde belirtilen işçi-işveren arasındaki akde aykırılık eylemleri ve bu çevrede maddenin 2. fıkrası gereğince işverenin akde aykırı davranışları (işçi sağlığı ve iş güvenliğinin gerektirdiği önlemlerin alınmaması vs.) sonucu, inceleme konusu 26/1. maddeyle vaki ilişkilendirme, bir bakıma akde aykırı hareketten doğan tazminat davaları hakkındaki hükümlere tabi olmakla; zaman aşımının, süregelen eski uygulamalar gibi, işverenler açısından Borçlar Kanununun 125.maddesine göre belirlenmesi gerektiğinde; ayrıca, zararlandırıcı sigorta olayına neden olan üçüncü kişiler yönünden ise, Borçlar Kanunun 60. maddesinde öngörülen haksız fiil zaman aşımına tabi olduğunda tereddüt yoktur. Bu arada zaman aşımının başlangıcı konusuna gelince; 506 sayılı yasada bu tür davalarda uygulanması gereken zaman aşımının düzenlenmediği düşünüldüğünde; genel hükümler çerçevesinde çözüm arama gereği vardır. Gerçekten de Borçlar Kanunun 128. maddesinde, “Zaman aşımı, alacağın muaccel olduğu zamandan başlar” denilmektedir. Kurum açısından alacak hakkı, bağladığı gelirin yetkili organ tarafından onaylandığı tarihte ödenebilir hale geleceğinden, muacceliyet olgusunun onay tarihinde gerçekleşeceği açıktır. O halde, 26. maddeye ilişkin davalarda zaman aşımı, giderler yönünden sarf ve ödeme, gelirler için ise ilk peşin sermaye değerinin başlangıçtaki gelir bağlama onay tarihinden başlatılmalıdır.Faiz başlangıcının da, aynı şekilde, ilk peşin değerli gelire ait tahsisin onay tarihi olduğunda kuşku yoktur.Anayasa Mahkemesinin iptal kararı ile ortaya çıkan bu maddi ve hukuki olgular gözetilerek, iş kazası sonucu sigortalıya bağlanan gelirlerin ilk peşin sermaye değerinin açıklanan ilkeler doğrultusunda tazminine olanak bulunan kısmının tespiti ile sonucuna göre karar verilmesinde yasal zorunluluk bulunduğundan, yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir.O halde, davalıların bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır…”gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.HUKUK GENEL KURULU KARARIHukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:Dava, 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu'nun 26. maddesi uyarınca rücuan tazminat istemine ilişkindir.Davacı Sosyal Güvenlik Kurumu (Devredilen SSK) vekili dava dilekçesinde özetle; davalı Garip Ltd. Şti. adına işlem gören işyeri sigortalısının 11.12.1998 tarihinde uğradığı iş kazası sonucu %22.2 oranında malûl kaldığı, sigortalıya geçici işgöremezlik ödeneği tediye edilerek, hastane masrafı yapılması ve gelir bağlanması nedeniyle toplam 4.350.900.414 TL Kurum zararının doğduğunu, müfettiş raporu uyarınca işverenin olayın meydana gelmesinde %70 oranında kusurlu bulunduğu anlaşıldığından, Kurum zararının %70’ine tekabül eden kısmın, 506 sayılı Kanun’un 26. maddesi uyarınca tahsili için dava açma zorunluluğu doğduğunu belirterek, Kurum zararının masrafların sarf ve ödeme, gelirlerin tahsis ve onay tarihinden itibaren işleyen yasal faizi ile davalı G.Ltd. Şirketinden tahsilini talep etmiştir.Yargılama aşamasında, davacı SGK vekilinin; kusur bilirkişi raporu uyarınca Ç. A.Ş. ile Telekom Müdürlüğünün de olayın meydana gelmesinden kusurlu olduklarının tespit edildiği gerekçesiyle, Ç.. A.Ş. ile Telekom A.Ş. aleyhine açtığı davanın, iş bu dava ile birleştirilmesine karar verilmiştir.Davalı G.Nakliyat ve Tic. Ltd. Şti. vekili cevap dilekçesinde özetle; nakliye firması olarak üzerlerine düşen tüm gereklilik ve yükümlülükleri yerine getirdiklerini, sigortalının kimseye haber vermeden, kimsenin emir ve talimatı olmadan, Ç..şirketine ait tesisin girişindeki sarkan telefon kablosunu slobazın üstünden geçirmek isterken sakatlandığını, sigortalının sarkan kablodan işvereni haberdar etmeden sabırsız davranarak kendisini sakatladığını, iş kazasında hiçbir kusurları bulunmadığını belirterek, davanın reddini savunmuştur.Davalı Ç.. A.Ş. vekili cevap dilekçesinde özetle; iş kazası ile şirketleri arasında sorumluluk meydana getirecek bir ilişki ve nedensellik bağı mevcut olmadığını, G.. Ltd. Şti. ile yapılan sözleşme gereğince yapılan tesisin, G..şirketine teslim edildiği ve zilyetliğinin de bırakıldığını, yine sözleşme uyarınca meydana gelecek iş kazalarından sorumluluğun G.. şirketi tarafından üstlenildiğini, sırf bina sahibi oldukları gerekçesiyle kusur izafe edilmesinin yasal dayanağı bulunmadığını belirterek, davanın reddini savunmuştur.Davalı Türk Telekom A.Ş. vekili cevap dilekçesinde; kaza mahallindeki kabloların yükseltilmesi talebi ile hiçbir firma tarafından başvuru yapılmadığını, kablonun lokal değil, abone kablosu olduğu ve 7 mt.lik direk ucundan itibaren en fazla 1 mt sarktığını, taşıyıcı direk olmasından ötürü daha önceki bir darbe nedeniyle direkten kurtularak kazanın olduğu 3,5 mt.ye inmesinin muhtemel olduğunu ve raporun varsayıma dayalı düzenlendiğini belirterek, davanın reddini savunmuştur.Yerel mahkemece, davanın toplam 3.480,72 TL üzerinden kısmen kabulü ile iş kazasının meydana gelmesinde Ç..A.Ş.'nin kusuru bulunmadığı gerekçesiyle, bu davalı yönünden davanın reddine dair verilen 11.06.2004 günlü karar, davacı Kurum ile davalılar G.. şirketi ve Telekom vekillerinin temyizi üzerine, Özel Daire tarafından 08.03.2005 tarihinde; davalı Ç.. A.Ş.'nin alt işveren olup olmadığının araştırılması gerektiğinden bahisle bozulmuştur.Özel Dairenin bozma ilamına uyulmasına karar vererek araştırma yapan mahkeme, 29.03.2006 tarihli kararı ile 3.480,71 TL’den tüm davalıların müşterek ve müteselsil sorumluluğuna karar vermiş, verilen bu karar davalılar vekillerinin temyizi üzerine, Özel Daire tarafından 25.12.2007 tarihinde; 506 sayılı Kanun’un 26. maddesi yönünden Anayasa Mahkemesinin iptal kararı gözetilmek suretiyle değerlendirme yapılması ve gelirlerin ilk peşin sermaye değerine hükmedilmesi gerektiğinden bahisle bozulmuştur.25.12.2007 tarihli bozma ilamı üzerine mahkemenin, 01.05.2008 tarihinde direnme olarak adlandırmış olduğu ve 3.480,71 TL’nin kabulüne dair verdiği kararın, davacı SGK ile davalılardan Telekom ve Ç..A.Ş. tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 30.06.2010 gün 2010/10-321 E. 2010/359 K. sayılı kararı ile direnme olarak adlandırılan karar; “1086 sayılı HUMK'nun 388. maddesine uygun yasal gerekçe içermediği” gerekçesiyle, değişik gerekçe ile usulden bozulmuş, bozma nedenine göre diğer temyiz itirazlarının incelenmesine yer olmadığına karar verilmiştir.Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun usule ilişkin bozması sonrasında mahkeme, tarih, esas veya karar numarası belirtmeksizin “bozma ilamına uyulmasına” karar vererek, bu kez 3.029,94 TL’nin kabulüne dair 12.04.2011 tarihli kararı oluşturmuştur.3.029,94 TL yönünden davanın kabulüne ilişkin karar, davalılardan Telekom ile Ç..A.Ş. vekilleri tarafından temyiz edilmiştir.Uyuşmazlık, mülga 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu’nun 26. maddesi kapsamında davalıların sorumlu olduğu miktarın belirlenmesi noktasında toplanmaktadır.Hukuk Genel Kurulu’nda yapılan görüşmeler sırasında öncelikle; Yerel Mahkemenin, 01.05.2008 tarihli direnme kararının, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 30.06.2010 tarihli kararı ile usulî nedenle bozulmasından sonra, Yerel Mahkemece bu kez Özel Daire’nin 25.12.2007 tarihli bozma kararına uyulmasına karar vermesinin mümkün olup olmadığı hususu önsorun olarak tartışılmıştır.Yerel Mahkemenin 01.05.2008 tarihli direnme kararının Yargıtay Hukuk Genel Kurulu tarafından usulî nedenle bozulmasından sonra, yapılan yargılamada; 12.04.2011 tarihli celsede verilen ara kararı ile bozma ilamına uyulmasına karar verilmiş, ancak 01.05.2008 tarihli direnme kararından farklı bir hüküm kurulmuştur. Öncelikle belirtilmelidir ki, 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429/2 (6100 sayılı HMK.nun 363/2) maddesinde bozma sonrası mahkemece yapılacak işlemler açıklanmıştır. Buna göre; mahkeme, kendiliğinden tarafları duruşmaya davet edip, dinledikten sonra Yargıtay’ın bozma kararına uyulup uyulmayacağına karar verecektir. Mahkemece bozmaya uyulması veya direnilmesi yönünde oluşturulan karar, bozma veya direnme lehine olan taraf yararına usulü kazanılmış hakkın gerçekleşmesine neden olur. 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda “usuli kazanılmış hak” kavramına ilişkin açık bir hüküm bulunmamaktadır. Bu kurum, davaların uzamasını önlemek, hukuki alanda istikrar sağlamak ve kararlara karşı genel güvenin sarsılmasını önlemek amacıyla Yargıtay uygulamaları ile geliştirilmiş, öğretide kabul görmüş ve usul hukukunun vazgeçilmez, ana ilkelerinden biri haline gelmiştir. Anlam itibariyle, bir davada, mahkemenin ya da tarafların yapmış olduğu bir usul işlemi ile taraflardan biri lehine doğmuş ve kendisine uyulması zorunlu olan hakkı ifade etmektedir.Nitekim, 04.02.1959 gün ve 1957/13-E. 1959//5 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında da (R.G. 28.04.1959 gün ve sayı:10193) usuli kazanılmış hakkın hukukumuzdaki yeri; “Temyiz merciince bir kararın bozulması ve mahkemenin bozma kararına uyması halinde, bozulan kararın bozma sebeplerinin şümulü dışında kalmış cihetlerinin kesinleşmiş sayılması, davaların uzamasını önlemek maksadıyla kabul edilmiş çok önemli bir usulü hükümdür. Bir cihetin bozma kararının şümulü dışında kalması da iki şekilde olabilir. Ya o cihet, açıkça bir temyiz sebebi olarak ileri sürülmüş fakat dairece itiraz reddedilmiştir; yahut da onu hedef tutan bir temyiz itirazı ileri sürülmemiş olmasına rağmen dosyanın Temyiz Dairesince incelendiği sırada dosyada bulunan yazılardan onun bir bozma sebebi sayılması mümkün bulunduğu halde o cihet dairece bozma sebebi sayılmamıştır. Her iki halde de o konunun bozma sebebi sayılmamış ve başka sebeplere dayanan bozma kararına mahkemece uyulmuş olması, taraflardan birisi lehine usulü bir müktesep hak meydana getirir ki, bu hakkı ne mahkeme, ne de Temyiz Mahkemesi halele uğratabilir. Zira umumi müktesep hakkın tanınması da amme intizamı düşüncesiyle kabul edilmiş bir esastır” Şeklinde açıklanmıştır. Bu ilke kamu düzeni ile ilgili olup, Yargıtay'ca kendiliğinden dikkate alınması gerekir. Hakimin değişmesi dahi açıklanan bu hukuki ilkeye etki yapamaz (Aynı yönde H.G.K.'nun 26.2.1986 gün ve 1986/1-50 E.-174 K.; 11.5.1994 gün ve 1994/8-252 E.-314 K.; 1.12.1999 gün ve 1999/18-1041 E.-1006 K.; 11.5.2005 gün ve 2005/2-315 E.-333 K.; 27.09.2006 gün ve 2006/19-635 E.-573 K. sayılı ilamları). Belirtmelidir ki, mahkemece önceki kararda direnildiği ifade edilmişse, bunun anlamı direnildiğinden söz edilen hükme, direnme kararında da aynen yer verilmesidir. Mahkeme direnirken kısmi direnmeye ilişkin herhangi bir açıklama yapmamışsa, ilk hükmün hüküm fıkrasından farklı bir hüküm oluşturamaz. Mahkemece direnme kararı verilmekle, lehine direnilen taraf yönünden usuli kazanılmış hakkın gerçekleşmesi nedeniyle bu kararından da dönemez. Diğer taraftan, direnme kararlarının hukuksal niteliklerinin doğal sonucu ve gereği olarak, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun yapacağı inceleme ve değerlendirme, bozma üzerine Yerel Mahkemelerce verilmiş direnme kararlarına ve direnilen noktaya münhasır olduğundan, özel olarak bu bakımdan da mahkemenin açıkça ve usulünce direnme ya da uyma kararı vermesi bir zorunluluktur.Bu noktada; usulüne uygun bir direnme kararından söz edilebilmesi için, Özel Dairenin bozma kararı ile mahkemenin bozulan ilk hükmü ortadan kalktığından ve geçerliliğini yitirdiğinden, direnme kararında, önceki bozulan hükmün yeniden yazılması ve özellikle önceki bozulmuş olan eski kararın tekrar edilmesi gerektiği kuşkusuzdur. Mahkeme, eski kararını aynen direnme kararına geçirdikten sonra, sadece eski kararının gerekçesini yasal sınırlarda genişletmek yetkisini haizdir (m.429/3). Gerçek anlamda bir direnme kararının varlığını kabul için; mahkeme, bozma kararından sonra hiçbir inceleme yapmaksızın karar vermeli, sonuçta bozulan ilk kararındaki hükmü oluşturmalı, kararının gerekçesinde de temel olarak ilk kararının gerekçesindeki mantıktan ayrılmamalıdır. Direnme kararlarının, bir davayı sona erdiren ve bu niteliği itibariyle de temyiz olanağı bulunan kararlardan olması nedeniyle, mahkeme direnme kararı ile bağlıdır. Diğer bir ifadeyle, direnme kararı ile davadan elini çeken ve davayı yeniden sona erdirmiş bulunan mahkemenin, hangi yönüyle olursa olsun, sonradan direnme kararının yanlış olduğu kanısına varsa bile, artık direnme kararından dönmesi; sonucunu ya da gerekçesini tamamen değiştirmesi esasen olanaklı değildir. Bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere; hukuki mahiyeti itibariyle davaya son veren ve Yerel Mahkemenin işten el çekmesini gerektiren, ilk hükümle aynı olması gereken direnme kararının, usulen temyiz mercii olan Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nca bozulmadan, mahkemece ortadan kaldırılması ve yeni bir karar verilmesi usulen olanaklı olmadığı gibi; ilk hükümde direnildiğine karar verilmesine rağmen, bu karara aykırı ve taraflar yönünden gerçekleşen usuli kazanılmış haklar da gözetilmeden bozma konusu olan ilk hükmün sonucu ya da gerekçesi tümüyle değiştirilmek suretiyle oluşturulan kararın da, usulüne uygun bir direnme kararı olarak kabul edilemeyeceği her türlü duraksamadan uzaktır. Somut olayın incelenmesinde, Mahkeme her ne kadar Hukuk Genel Kurulu’nun bozma ilamına uyduğunu ifadeyle direnme kararını oluşturmuşsa da bu karar da yukarıda açıklanan ilkelere uygun değildir. Zira Mahkemece, 01.5.2008 tarihli direnme kararında 3.480,71 TL’nin tahsili yönünde hüküm kurulmuş ise de, 12.04.2011 tarihli kararda, (gerekçesi açıklanmaksızın) 3.029,94 TL’nin tahsiline şeklinde farklı bir miktarın kabulü ile hüküm kurulmuş, bu şekilde; bozma konusu olan ilk hüküm sonucunu değiştirilmek suretiyle, 01.05.2008 tarihli direnme kararı ile direnme kararı lehine olan taraf yönünden oluşan usulî kazanılmış hak ihlal edilmiştir. Burada usulü kazanılmış hakkın gerçekleşmesine engel olacak istisnai bir durum da bulunmadığına göre, artık önceki karardan farklı bir hüküm kurulması usulen olanaklı değildir. Bu ilke kamu düzeni ile ilgili olup Yargıtay’ca da kendiliğinden dikkate alınması gerekir.01.05.2008 tarihli direnme kararından farklı bir hüküm içeren 12.04.2011 tarihli karar bu haliyle, yukarıda açıklanan ilkelere uygun olmayıp, ortada usulünce oluşturulmuş bir direnme kararı bulunmadığı gibi, hükmüne uyulan Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararına uygun karar verildiğinden de söz edilemez. O itibarla mahkemece, 6100 sayılı HMK (mülga 1086 sayılı HUMK)’nun yukarıda açıklanan amir hükümleri gözetilmeksizin, direnme kararı ile gerçekleşen usule ilişkin kazanılmış hak nazara alınarak, 01.05.2008 tarihli hükme uygun şekilde direnme kararı verilmesi gerekirken, direnme kararından dönülerek uyma kararı verilmiş olması doğru değildir.Mahkemece yapılacak iş; önceki kararında direnmekle oluşan usuli kazanılmış hakları da gözeterek, gerekçesini de açıklamak suretiyle ilk hükmü değiştirmeden aynı çerçevede direnme gerekçesi oluşturmak olmalıdır. Bu nedenle, 12.11.2011 tarihli kararın, yukarıda açıklanan değişik gerekçelerle usulden bozulması gerekir. SONUÇ: Davalılar Telekom A.Ş. ve Ç..
Bilmeniz halinde fark yaratacak kararlar
TİCARİ DEFTERLERİN TALEP EDİLMESİNE RAĞMEN İBRAZ EDİLMEMESİ / ALEYHE YORUMLANAMAMASI
Taraflar arasındaki “menfi tespit” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Yalova 2.Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 21.09.2011 gün ve 2010/507 E.-2011/342 K. sayılı karar davalı vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 19.Hukuk Dairesinin 12.06.2012 gün ve 2012/4241 E- 2012/99
EMSAL ÜCRET ARAŞTIRMASI • SENDİKALAR MESLEK KURULUŞLARI
4857 sayılı İş Kanunu'ndan 32.maddenin ilk fıkrasında, genel anlamda ücret, bir kimseye bir iş karşılığında işveren veya üçüncü kişiler tarafından sağlanan ve para ile ödenen tutar olarak tanımlanmıştır.Ücret kural olarak dönemsel (periyodik) bir ödemedir.Kanun'un kabul ettiği sınırlar içinde tarafl
Muhatabın bilinen adresine çıkarılan tebligatın bilâ tebliğ iadesi halinde, 21/2. maddesine göre tebligat çıkartılabilir.
Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki alacaklı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi E. Ö. tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunu
Yargıtay
Yargıtay Karar Arama
Yargıtay Hukuk Dairesi Kararları Arama
Yargıtay Ceza Dairesi Kararları Arama
Yargıtay Karar Arama Nasıl Yapılır ?
Yargıtay Daire Bilgileri İle Dosya Sorgulama
Yargıtay Yerel Mahkeme Bilgileri İle Dosya Sorgulama
Yargıtay Kanunu
Yargıtay İş Bölümü
Yargıtay Haberleri
Karar Arama
Yargıtay Kararları
Yargıtay Hukuk Dairesi Kararları
Yargıtay Ceza Dairesi Kararları
BAM Kararları
Danıştay Kararları
Anayasa Mahkemesi Kararları
Uyuşmazlık MAhkemesi Kararları
Karar Arama Nasıl Yapılır?
Emsal Karar ve Emsal Karar Arama Nedir?
Yargıtay Karar Arama Nasıl Yapılır?
BAM Karar Arama Nasıl Yapılır?
Danıştay Karar Arama Nasıl Yapılır?
Anayasa Mahkemesi Karar Arama Nasıl Yapılır?