Taraflar arasındaki “Tapu İptal-Tescil veya Tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda;Fethiye 2.Asliye Hukuk Mahkemesince tapu iptal-tescil davasının reddine ikinci kademedeki istek olan tazminat davasının kabulüne dair verilen 14.12.2009 gün ve 1998/331 E.-2009/560 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 22.03.2011 gün ve 2010/14821 E-2011/3624 sayılı ilamı ile,( Dava, inanç sözleşmesine dayalı tapu iptali ve tescil, ikinci kademedeki istek ise taşınmazın rayiç değerinin tahsili istemlerine ilişkindir.Davalı, davada dayanılan 12.10.1989 tarihli sözleşmenin teminat amaçlı olarak düzenlendiğini, davanın reddini savunmuştur.Mahkemece, taşınmazın ifraz olanağı bulunmadığından bahisle tapu iptali ve tescil istemi reddedilmiş, ikinci kademedeki istek olan 2.415,43 TL tazminatın davalıdan tahsiline karar verilmiştir.Hükmü, davacı temyiz etmiştir.04.06.1958 tarihli ve 1/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında vurgulandığı üzere, HUMK’nun 74., 75. ve 76.maddeleri birlikte değerlendirildiğinde, hakimin bir davada sadece tarafların ileri sürdükleri maddi vakalar ve netice-i talepleri ile bağlı oldukları, dayandıkları yasa hükümleriyle ve onların tavsifleriyle bağlı olmadıkları görülür. Bu kuraldan hareket edilirse, taraflar arasındaki imza ve içeriğinde çekişme yaratılmayan 12.10.1989 tarihli sözleşme, bir inanç sözleşmesidir. Davada da bu sözleşmeye dayanıldığından, uyuşmazlık inançlı işlemden kaynaklanan tapu iptali ve tescil davasıdır.İnançlı işlemler, inananın teminat oluşturmak veya yönetilmek üzere mal varlığı kapsamındaki bir şey veya hakkını, inanılana devretmesi ve inanılanın da inanç anlaşmasındaki koşullara uygun olarak inanç konusu şeyi kullanmasını, amaç gerçekleştiğinde ise belirlenen şekilde inanana iade etmesini içeren işlemlerdir.İnançlı bir işlem ile inanan, sahibi olduğu bir mülkiyet veya alacak hakkını inanılana kazandırıcı bir işlemle devretmekte ancak borçlandırıcı bir sözleşme ile de onu bazı yükümlülükler altına sokmaktadır.İnançlı işlemin taraflarını, inanan ve inanılan oluşturur. Bir hakkı ya da nesneyi, güvendiği bir kişiye inançlı olarak devreden kimseye “inanan” adı verilir. Devredilen hak veya nesneyi, kendisine ait bir hak olarak kendi yararına, doğrudan doğruya ve dolaylı olarak kullanan kişiye de “inanılan” denir. İnananın, inanılana inançlı olarak kazandırdığı hak ya da nesne ise “inanç konusu şey” olarak nitelenir. İnançlı bir işlemde, kazandırıcı işlemin tarafları ile borç doğuran anlaşmanın tarafları aynıdır. İnançlı işlemde inanılan, hakkını kullanırken kararlaştırılan koşullara uymayı, amaç gerçekleşince veya süre dolunca hak veya nesneyi tekrar inanana (veya onun gösterdiği üçüncü kişiye) devretmeyi yüklenmektedir. İnançlı işlem, kazandırmayı yapan kişiye yani inanana belirli şartlar gerçekleşince, kazandırmanın iadesini isteme hakkı sağlayan bir sözleşmedir. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi halinde bunun dava yoluyla hükmen yerine getirilmesi istenebilir. 05.02.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca inanç sözleşmesi ancak, yazılı delille kanıtlanabilir. Bu yazılı delil, tarafların getirecekleri ve onların imzalarını taşıyan bir belge olmalıdır. Dava, yukarıda belirtilen içtihadı birleştirme kararı gereğince yazılı delille kanıtlanmıştır. Diğer taraftan, sözleşmede bahsedilen 1884 sayılı parselin imar uygulaması sonucu 2978 ada 3 sayılı parsel olduğu anlaşılmaktadır. Her ne kadar sözleşmede imar durumuna göre ifrazdan söz edilmişse de, çoğun içinde azın da bulunduğu kuralı uyarınca taşınmazın yarı payının “paylı mülkiyet” olarak davacı adına tescili mümkündür.Mahkemece yapılan bu saptamalar bir yana bırakılarak, tapu iptali tescil isteminin yazılı bazı gerekçelerle reddedilmiş olması doğru olmadığından karar bozulmalıdır.)gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir. TEMYİZ EDEN: Davacı vekili HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Dava, inanç sözleşmesine dayalı tapu iptali ve tescil, olmazsa taşınmazın rayiç değerinin tahsili istemlerine ilişkindir. Davacı, dava dışı kişinin taşınmazdaki payını kooperatif hissesi karşılığında satmak istediğini beyan etmesi üzerine aralarında yaptıkları 26/07/1989 tarihli satış sözleşmesi gereğince söz konusu payı satın aldığını; karşılığında anahtar teslimli bir dairenin satışını taahhüt edip, sonrasında da kooperatif hissesini devir ettiğini, satın alınan kooperatif hissesinin davalının dava dışı eşine ait olduğunu, kooperatif hissesi karşılığı olarak dava dışı kişiden alınan taşınmazın yarı hissesinin davalı eşi adına devir etmek koşuluyla anlaştıklarını, ancak tapuda iki kişi adına kayıt yapılamaması üzerine, davalı ile yapılan 12/10/1989 tarihli sözleşme gereğince tapunun tamamının davalı adına kayıt ve tescil edildiğini, bu sözleşme gereğince davalının taşınmazın yarı hissesinin kendisine devrini yapmadığını, dava konusu yerin satış tarihindeki değerinin yarı bedelinin tarafından, diğer yarı bedelinin de davalı tarafından ödenmiş olduğunu, 12/10/1989 tarihli sözleşme ile bu hususun davalı tarafça kabul edilmiş olmasına rağmen taşınmazın yarı hissesinin adına tescilinin yapılmadığını belirterek tapu iptal ve tescil, olmazsa rayiç değerinin yarısının davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.Davalı, davada dayanılan 12.10.1989 tarihli sözleşmenin teminat amaçlı olarak düzenlendiğini, davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, taşınmazın ifraz olanağı bulunmadığından bahisle tapu iptali ve tescil istemi reddedilmiş, ikinci kademedeki istek olan 2.415,43 TL tazminatın davalıdan tahsiline karar verilmiştir. Karar davacı taraf vekilince temyiz edilmekle Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde yer alan nedenlerle bozulmuş; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.Hükmü temyize davacı taraf vekili getirmektedir.Özel Daire ile yerel mahkeme arasındaki uyuşmazlık; taraflar arasında düzenlenen 12.10.1989 tarihli sözleşmenin hukuki nitelikçe bir inanç sözleşmesi mi, yoksa harici satım sözleşmesi mi olduğu noktasında toplanmaktadır.Uyuşmazlığın çözümü açısından, öncelikle “inanç sözleşmesi”nin hukuki niteliğinin irdelenmesinde fayda vardır: Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan M.K.nun 873.maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel Kurulu’nun 23.05.1990 gün ve l990/1-202 E.-315 K.sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.İnanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir(Borçlar Kanunu mad.81). Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de Borçlar Kanununun 19. ve 20.maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ ifa uğruna edim” olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkânsız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamayacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın; inanç sözleşmelerinin, yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında,onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu;taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nispi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.Burada üzerinde durulması gereken husus; taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla, sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.Uygulamada mesele, 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira Borçlar Kanununun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Yasasının 18.maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.İçtihadı Birleştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü, gerek işleyişi açısından, genelde muvazaa , özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirile gelmektedir.Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu gibi, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların ispatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hem de taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.Öte yandan, ilk ele yapılan temlikin teminat mukabili olduğunun taraf delillerinin değerlendirilmesi sonucu anlaşılması halinde, son kayıt maliki ikinci el durumundaki davalının önceki malikle ilişkilerinin araştırılarak 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 1023.maddesi hükmü gereğince iyiniyetli olup, olmadığının açıklığa kavuşturulmasında zorunluluk vardır.Bilindiği üzere; Hukukumuzda, diğer çağdaş hukuk sistemlerinde olduğu gibi kişilerin huzur ve güven içerisinde alış verişte bulunmaları satın aldıkları şeylerin ilerde kendilerinden alınabileceği endişelerini taşımamaları, dolayısıyla toplum düzenini sağlamak düşüncesiyle, alan kişinin iyi niyetinin korunması ilkesi kabul edilmiştir. Bu amaçla Medeni Kanunun 2.maddesinin genel hükmü yanında menkul mallarda 988 ve 989, tapulu taşınmazların el değiştirmesinde ise 1023.maddesinin özel hükümleri getirilmiştir. Öte yandan bir devleti oluşturan unsurlardan biri insan unsuru ise bunun kadar önemli olan ötekisi topraktır İşte bu nedenle Devlet, nüfus sicilleri gibi tapu sicillerinin de tutulmasını üstlenmiş, bunların aleniliğini (herkese açık olmasını) sağlamış, iyi ve doğru tutulmamasından doğan sorumluluğu kabul etmiş, değinilen tüm bu sebeplerin doğal sonucu olarak da tapuya itimat edip, taşınmaz mal edinen kişinin iyi niyetini korumak zorunluluğunu duymuştur.Belirtilen ilke, Medeni Kanunun 1023.maddesinde aynen "tapu kütüğündeki sicile iyi niyetle dayanarak mülkiyet veya başka bir ayni hak kazanan üçüncü kişinin bu kazanımı korunur" şeklinde yer almış, aynı ilke tamamlayıcı madde niteliğindeki 1024.maddenin 1.fıkrasına göre "Bir ayni hak yolsuz olarak tescil edilmiş ise bunu bilen veya bilmesi gereken üçüncü kişi bu tescile dayanamaz" biçiminde öngörülmüştür.Ne var ki, tapulu taşınmazların intikallerinde, huzur ve güveni koruma, toplam düzenini sağlama uğruna, tapu kaydında ismi geçmeyen ama asıl malik olanın hakkı feda edildiğinden iktisapta bulunan kişinin,iyi niyetli olup olmadığının tam olarak tespiti büyük önem taşımaktadır.Gerçekten bir yanda tapu sicilinin doğruluğuna inanarak iktisapta bulunduğunu ileri süren kimse diğer yanda ise kendisi için maddi, hatta bazı hallerde manevi büyük değer taşıyan ayni hakkını yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalan önceki malik bulunmaktadır.Bu nedenle yüzeysel ve şekilci bir araştırma ve yaklaşımın büyük mağduriyetlere yol açacağı, kişilerin Devlete ve adalete olan güven ve saygısını sarsacağı ve yasa koyucunun amacının ilk bakışta, şeklen iyi niyetli gözükeni değil,gerçekten iyiniyetli olan kişiyi korumak olduğu hususlarının daima göz önünde tutulması,bu yönde tüm delillerin toplanıp derinliğine irdelenmesi ve değerlendirilmesi gerekmektedir.Nitekim bu görüşten hareketle "kötü niyet iddiasının def'i değil itiraz olduğu, iddia ve müdafaanın genişletilmesi yasağına tabii olmaksızın her zaman ileri sürülebileceği ve mahkemece kendiliğin den (resen) nazara alınacağı” ilkeleri 8.11.1991 tarih 1990/4 esas 1991/3 sayılı İnançları Birleştirme Kararında kabul edilmiş, bilimsel görüşlerde aynı doğrultuda gelişmiştir.Somut olayın açıklanan ilkeler çerçevesinde değerlendirilmesine gelince;Hemen belirtmelidir ki, Hukuk Genel Kurulu’nda yapılan görüşme sırasında; öncelikle davacının iddiasının hukuki niteliğinin belirlenmesine yönelik tartışmalar yapılmış, sonuçta; davacının inançlı işlemden kaynaklanan tapu iptal ve tescil; olmazsa rayiç değer isteminde bulunduğu; buna bağlı olarak ve iddianın ileri sürülüş biçimine göre, davacı iddiasının 05.02.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca ancak, yazılı delille kanıtlanabileceği; bu yazılı delilin, tarafların getirecekleri ve onların imzalarını taşıyan bir belge olması gerektiği; bu kuraldan hareketle, taraflar arasındaki imza ve içeriğinde çekişme yaratılmayan 12.10.1989 tarihli sözleşmenin, bir inanç sözleşmesi olduğu ve davada da bu sözleşmeye dayanıldığı; yukarıda belirtilen içtihadı birleştirme kararı ve yapılan açıklamalar doğrultusunda davanın kanıtlanması açısından bu yazılı delilin mahkemece nazara alınması gerektiği kabul edilmiştir.Öte yandan, sözleşmede bahsedilen 1884 sayılı parselin imar uygulaması sonucu 2978 ada 3 sayılı parsel olduğunun anlaşıldığı, her ne kadar sözleşmede imar durumuna göre ifrazdan söz edilmişse de, çoğun içinde azın da bulunduğu kuralı uyarınca “ifraz isteğinin”, “pay talebi”ni de kapsayacağı kabul edilmiş; taşınmazın yarı payının “paylı mülkiyet” olarak davacı adına tescilinin talep edilebileceği sonucuna varılmıştır.Mahkemece açıklanan tüm bu hususlar göz ardı edildiği gibi; dosya içerisindeki kayıtlardan taşınmazın imar parseli olduğu, davacının da pay talebinde bulunduğu; ayrıca, davacının 13.03.2011 tarihili dilekçe ile tapu sicil müdürlüğüne başvurarak pay satın alma isteğini ilettiği; cevaben taşınmazın arsa vasıflı olduğundan hisseli satışı yönünde sakınca bulunmadığının bildirildiği; Fethiye Belediyesi İmar ve Şehircilik Müdürlüğü’nün cevabi yazısında da imar planı değişikliğinin onanması halinde ifrazın mümkün olabileceğinin ifade edildiği, belirgin olmasına karşın, bu hususlar üzerinde de hiç durulmamış; değerlendirilmemiş ve bu yönüyle olumlu ya da olumsuz herhangi bir hükme varılmamıştır.Hal böyle olunca; yukarıda açıklanan tüm ilke ve kurallar ile somut olaya ilişkin tespitler mahkemece değerlendirilmeli ve varılacak uygun sonuç çerçevesinde bir karara varılmalı; şayet, mahkemece yapılan inceleme ve değerlendirme sonucunda davacı yanın pay verilmesi istemine karşın, pay verilmesinin mümkün olmadığı sonucuna varılırsa; ancak bu durumda taşınmazın rayiç bedeli belirlenerek hüküm altına alınmalıdır.Açıklanan hususlar incelenip değerlendirilmeden tapu iptali ve tescil talebinin reddedilmiş olması doğru olmadığı gibi, tazminata hükmedilirken taşınmazın 1/2 sinin davacıya ait olması ve ayın olarak verilmemesi de gözetilerek değerinin belirlenip hüküm altına alınması gerekirken, uyarlamaya yapılarak hüküm kurulması da doğru değildir.O halde, yukarıda açıklanan bu değişik nedenlerle usul ve yasaya aykırı bulunan direnme kararının bozulması gerekir. SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda gösterilen değişik nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. Maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 01.02.2012 gününde oybirliğiyle karar verildi.