Anasayfa / İçtihat / Yargıtay Karar No : 332 - Karar Yıl 2010 / Esas No : 268 - Esas Yıl 2010





Taraflar arasındaki "tapu iptali, el atmanın önlenmesi ve kal" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Büyükçekmece 2.Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine, dair verilen 26.06.2008 gün ve 2004/621 E.-2008/695 sayılı kararın incelenmesi davacı vekilince istenilmesi üzerine, Yargıtay 1.Hukuk Dairesinin 03.02.2009 gün ve 2008/10066 E.-2009/1247 sayılı ilamı ile; (...Dava, 3621 Sayılı Yasadan kaynaklanan tapu iptali ve taşınmazın sicil kaydının kütükten terkini ile el atmanın önlenmesi ve yıkım isteklerine ilişkindir. Mahkemece, davanın kesin hüküm nedeniyle reddine karar verilmiştir. Bilindiği üzere, maddi anlamda kesin hüküm, yargısal (kazai) kararlara tanınan yasal gerçeklik (hakikat) vasfıdır.Bu vasıf yargısal (kazai) kararların gerçeğe (hakikata) uygun olarak verildiğinin kabul edilmesini zorunlu kılar.Kesin hüküm kuralı, haklı ve adil kararların korunması yanında, kişiler arasındaki çekişmelerin sonsuza dek davam etmesini önlemek, toplumun istikrar ve düzenini sağlamak, hukukun ve yargının güvenirliğini korumak amacıylada kabul edilmistir.Bütün yasal yollar kapandıktan ve verilen hüküm kesinleştikten sonra, aynı davanın tekrar yargı önüne getirilmesi, toplumda sonu gelmeyen çekişmelere, huzursuzluklara, istikrarsızlıklara, kazanılmış hakların her zaman ortadan kaldırılabileceği endişesine neden olur.Çelişkili kararların çıkmasına sebebiyet verir.Bu itibarla, tarafları,mevzuu ve sebebi aynı olan Devletin iştiraki, hakimin tarafsız araştırması ve iradesi ile kurulan, tüm yasal yollardan geçmek suretiyle; diğer bir anlatımla şekli yönüylede kesinleşen önceki hükmün korunmasında kamunun büyük yararı bulunmaktadır. Hukukumuzda kamu düzeninden sayılan ve Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 237.maddesinde düzenlenen kesin hüküm tarafların anlaşmaları ile ortadan kaldırılamadığı gibi, mahkemece kendiliğinden (resen) gözönünde tutulur.Düzenlediği hak ve çıkar ilişkileri yönünden yasal gerçeklik (hakikat) sayıldığından taraflarını bağlar. Somut olaya gelince; çekişme konusu 1010 parsel sayılı taşınmazın müfrez parsel olduğu ve ana parsel olan 118 nolu parselin, kadastro tespiti sırasında tapu kayıtları uygulanmak suretiyle gerçek kişiler adına tespit edildiği, hazine tarafından taşınmazların 2510 sayılı iskan yasası uyarınca verildiği ve kadastro tespiti sırasında uygulanan kayıtların mükerrer olarak tesis edildiği,ayrıca iskan fazlası olması sebebiyle fazlalığın hazineye ait olduğu ileri sürülmek suretiyle açılan ve Çatalca Tapulama Hakimliğinde görülüp kesinleşen 04.10.1968 tarih 1968/1 E.-1968/19 K. sayılı karar ile davanın reddine karar verildiği anlaşılmaktadır. Mahkemece, anılan bu kararın kesin hüküm olarak değerlendirilerek davanın reddi cihetine gidildiği görülmektedir.Oysa, yukarıda da değinildiği üzere kesin hükmün varlığından bahsedebilmek için tarafları, konusu ve sebebi aynı olan iki davanın varlığı şarttır. Gerçekten de somut olay ile önceden kesinleşen karara konu edilen taşınmazın aynı olduğu, davalıların ise önceki kesinleşen kararda taraf olan kişilerden satın alma yoluyla edinen kişiler oldukları, anılan ve kesinleşen kararın halefiyet yoluyla eldeki davalıları ve davacı hazineyi bağlayacağı kuşkusuzdur. Ne var ki, kesinleşen davaya konu edilen sebep ile eldeki davanın sebebinin aynı olmadığı tartışmasızdır. Zira, eldeki davada çekişmeli taşınmazın 3621 sayılı yasanın 4.maddesinde tanımı yapılan kıyıda kaldığı iddia edilerek tapu kaydının terkini istenildiği halde kesinleşen davada anılan sebep dışında kayıt miktar fazlasının hazineye ait olduğu ileri sürülmüştür. Kesinleşen önceki dava sırasında eldeki davada ileri sürülen iddianın irdelenip değerlendirilmediği dosya kapsamı ile sabittir. O halde, somut bu olgular yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde değerlendirildiğinde kesin hükmün varlığından söz edebilme olanağı yoktur. Hal böyle olunca, tarafların iddia ve savunmaları doğrultusunda delillerinin toplanması; gerekli araştırma, inceleme ve uygulamanın yapılması ondan sonra hasıl olacak duruma göre işin esası bakımından bir karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ve yasal olmayan gerekçelerle yazılı olduğu üzere hüküm kurulmuş olması doğru değildir……) Gerekçesiyle oybirliğiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir. Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Dava, 3621 sayılı Kanundan kaynaklanan tapu iptali, taşınmazın sicil kaydının kütükten terkini ile el atmanın önlenmesi ve yıkım isteklerine ilişkindir. Davacı vekili, dava konusu taşınmazın kıyı kenar çizgisi içinde kalmakta iken tapulama çalışmaları sırasında, 9 pafta 1010 parsel no ile davalılar adına tapuya tescil edildiğini, kıyı kenar çizgisi içinde kalan bu yerin, devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olduğundan özel mülkiyete konu olamayacağını belirterek davalılar adına tapuya bağlanan taşınmazın tapu kaydının iptali ile davalıların müdahalesinin men'ine ve davalılara ait yapıların kal'ine karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Davalılar vekili, arsa üzerindeki yapıların da aynı yıl yapıldığını, 11.07.1992 tarihinde yürürlüğe giren Kıyı Kanunu'nun uygulamasına dair Yönetmeliğin 16.maddesine göre dava konusu taşınmazın kıyı çizgisinin içerisinde kalmadığını, üzerindeki yapıların kal'inin mümkün olmadığını, daha önce tapu kaydının olmasına karşın 1969 yılında mahkeme kararı ile hükmen tapuya kaydedildiğini, tescilin üzerinden yaklaşık olarak 40 sene geçtiğini, yasal zaman aşımı süresinin dolduğunu, belirterek davanın reddine karar verilmesini istemiştir. Yerel mahkemece, önceki kararda direnilmiş; kararı, davacı vekili temyiz etmiştir. Yerel mahkeme ile Özel Daire arasındaki uyuşmazlık; Çatalca Tapulama Hakimliğinin 1968/1 E., 1968/19 K. sayılı kararına konu davadaki sebep ile eldeki davanın sebebinin aynı olup olmadığı; burada varılacak sonuca göre bahsi geçen kararın eldeki dava için kesin hüküm oluşturup oluşturmayacağı noktasında toplanmaktadır. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşme sırasında işin esasına girişilmeden evvel; bozma ilamının verildiği tarihten sonra ve direnme kararının verildiği tarihten önce 14.03.2009 tarihinde yayımlanarak yürürlüğe giren 5841 sayılı Kanunun 2.maddesi ile 3402 sayılı Kadastro Kanunu'nun 12/3 maddesinin üçüncü fıkrasında yapılan değişikliğin; arazi kadastrosunun 1969 yılında kesinleşmesi, davanın 25.11.2002 tarihinde açılmış olması karşısında, somut olay yönünden uygulanma olanağının bulunup bulunmadığı hususu ön sorun olarak incelenmiştir. 10.10.1987 tarihinde yürürlüğe giren 3402 sayılı Kadastro Kanununun 12/3 maddesi hükmünde, kadastro tutanaklarının kesinleştiği tarihten itibaren 10 yıl geçtikten sonra, bu tutanaklarda belirtilen haklara, sınırlandırma ve tespitlere karşı kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanılarak dava açılamayacağı belirtilmiş; Hazinece açılan ve devletin hüküm ve tasarrufundaki yer iddiasını içeren davalarda ise maddede yer alan 10 yıllık hak düşürücü sürenin dikkate alınamayacağı kararlık kazanmış yargısal uygulama ile benimsenmiştir. Ne var ki, direnme karar tarihinden önce 14.03.2009 tarihinde yürürlüğe giren 5841 sayılı Kanunun 2'nci maddesi ile 3402 Sayılı Kadastro Kanununun 12 nci maddesinin üçüncü fıkrasına; "Bu hüküm, iddia ve taşınmazın niteliğine yahut Devlet veya diğer kamu tüzel kişileri dahil, tarafların sıfatına bakılmaksızın uygulanır." hükmü eklenmiş; bu yeni düzenleme ile 10 yıllık hak düşürücü süre yönünden, özel şahıslar ile devlet arasındaki eşitsizlik giderilmiş; devlet veya kamu tüzel kişileri tarafından açılan davalarda da bu hak düşürücü sürenin uygulanacağı kabul edilmiştir. Yine, aynı Kanunun 3.maddesi ile 3402 sayılı Kadastro Kanununa Geçici Madde 10 eklenerek, bu maddede de; "Bu Kanunun 12 nci maddesinin üçüncü fıkrası hükmü, Devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu iddiası ile yürürlük tarihinden önce açılmış ve henüz kesin hükme bağlanmamış olan davalarda dahi uygulanır." hükmüne yer verilmiştir. Hemen belirtmelidir ki, 3402 sayılı Kadastro Kanunu'nun 12/3. maddesi hükmünde sözü edilen 10 yıllık hak düşürücü süre, olumsuz dava koşulu ve niteliği itibariyle kamu düzenine ilişkindir. Bu nedenle, bir davada hak düşürücü sürenin bulunup bulunmadığının davaya bakan hakim tarafından, tarafların istemi olmasa bile resen göz önünde bulundurulması zorunludur. Hak düşürücü sürenin gerçekleşmesi, işin esasının incelenmesini önleyeceğinden tüm defi ve itirazlardan önce nazara alınır. Davacı, davasında haklı bile olsa, hak düşürücü süre davanın özünü ortadan kaldırmış olduğundan o davanın esasına girilemez ve dava dinlenemez. Somut olayda, dava konusu taşınmazın kadastro tespitinin kesinleşerek, 21.01.1969 tarihinde tapuya kayıt ve tescil edildiği dava dosyasına yansıyan bilgi ve belgelerden anlaşılmaktadır. Eldeki dava ise, 25.11.2002 tarihinde açılmıştır. Hal böyle olunca, 3402 Sayılı Kadastro Kanununun 12 nci maddesinin üçüncü fıkrasında, 5841 sayılı Kanunun 2 nci maddesi ile yapılan değişiklik ve bu değişikliğin eldeki davalara da uygulanacağını öngören 3.madde ile getirilen düzenleme, 14.03.2009 tarihinde, direnme karar tarihinden önce yürürlüğe girdiği halde, davacı Maliye Bakanlığı (Devlet) yönünden de 10 yıllık hak düşürücü sürenin uygulanmasını gerektiren anılan değişikliğin değerlendirilmediği oyçokluğu ile benimsenmiş ve ön sorunun varlığı bu şekilde kabul edilerek mahkemece hak düşürücü süre yönünden değerlendirme yapılması ve sonucuna göre hüküm kurulması gerektiği, kararlaştırılmıştır. Bu bozma nedenine göre işin esasının incelenmesine geçilmemiştir. Yukarıda belirtilen maddi ve yasal olgulara göre, açık yasa hükmü göz ardı edilerek önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırı olup; direnme kararı bu değişik nedenle bozulmalıdır. S O N U Ç : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda belirtilen değişik gerekçe ve nedenlerle HUMK.'un 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, bozma nedenine göre işin esasının incelenmesine yer olmadığına, 16.06.2010 gününde, oybirliğiyle karar verildi.