Anasayfa / İçtihat / Yargıtay Karar No : 1342 - Karar Yıl 2016 / Esas No : 4952 - Esas Yıl 2015





MAHKEMESİ :Asliye Hukuk MahkemesiDavacı ... vekili Avukat ... tarafından, davalı ... aleyhine 09/12/2013 gününde verilen dilekçe ile manevi tazminat istenmesi üzerine mahkemece yapılan yargılama sonunda; davanın kısmen kabulüne dair verilen 02/12/2014 günlü kararın Yargıtay’ca incelenmesi davalı vekili tarafından süresi içinde istenilmekle temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü. Dava, kişilik haklarına saldırıdan dolayı uğranılan manevi zararın ödetilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece dava kısmen kabul edilmiş; karar davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.Davacı, davalının sahibi olduğu .... adlı internet sitesinde farklı tarihlerde birden fazla kez onur, şeref ve saygınlığını rencide eder nitelikte yayın yapıldığından, uğradığı manevi zararın ödetilmesine karar verilmesini istemiştir.Davalı, dava konusu edilen haberlerin davacının görevi nedeni ile kendisine yönelik eleştiriler olup görünür gerçeğe uygun olduğunu; basın özgürlüğü kapsamında yayınlandığından davanın reddine karar verilmesi gerektiğini savunmuştur.Dosya kapsamından dava konusu yayınlar nedeniyle, davalı hakkında Sulh Ceza Mahkemesinin 2013/202 esas sayılı dosyası ile “Sesli yazılı ve görüntülü bir ileti ile hakaret etmek” suçundan açılan ceza davası neticesinde, davalının TCK'nın 125/1-2 maddesi uyarınca adli para cezası ile cezalandırılmasına kesin olarak karar verildiği anlaşılmaktadır.Mahkemece, dava konusu edilen Sulh Ceza Mahkemesinin 2013/202 esas sayılı dosyası kapsamında, farklı tarihlerde yapılan haberlerde kullanılan ifadeler nedeniyle davacının kişilik haklarının ihlal edilmiş olduğu, davacının sosyal ve duygusal kişilik değerlerinde bir eksilme olduğundan manevi tazminata ilişkin şartların gerçekleştiği kabul edilerek davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir. Basın özgürlüğü, Anayasa'nın 28. maddesi ile 5187 sayılı Basın Kanunu'nun 1. ve 3. maddelerinde düzenlenmiştir. Bu düzenlemelerde basının özgürce yayın yapmasının güvence altına alındığı görülmektedir. Basına sağlanan güvencenin amacı; toplumun sağlıklı, mutlu ve güvenlik içinde yaşayabilmesini gerçekleştirmektir. Bu durum da halkın dünyada ve özellikle içinde yaşadığı toplumda meydana gelen ve toplumu ilgilendiren konularda bilgi sahibi olması ile olanaklıdır. Basın, olayları izleme, araştırma, değerlendirme, yayma ve böylece kişileri bilgilendirme, öğretme, aydınlatma ve yönlendirmede yetkili ve aynı zamanda sorumludur. Basının bu nedenle ayrı bir konumu bulunmaktadır. Bunun içindir ki, bu tür davaların çözüme kavuşturulmasında ayrı ölçütlerin koşul olarak aranması, genel durumlardaki hukuka aykırılık teşkil eden eylemlerin değerlendirilmesinden farklı bir yöntemin izlenmesi gerekmektedir. Basın dışı bir olaydaki davranış biçiminin hukuka aykırılık oluşturduğunun kabul edildiği durumlarda, basın yoluyla yapılan bir yayındaki olay hukuka aykırılık oluşturmayabilir. Ne var ki basın özgürlüğü sınırsız olmayıp, yayınlarında Anayasa'nın Temel Hak ve Özgürlükler bölümü ile Türk Medeni Kanunu'nun 24. ve 25. maddesinde yer alan ve yine özel yasalarla güvence altına alınmış bulunan kişilik haklarına saldırıda bulunulmaması da yasal ve hukuki bir zorunluluktur.Basın özgürlüğü ile kişilik değerlerinin karşı karşıya geldiği durumlarda; hukuk düzeninin çatışan iki değeri aynı zamanda koruma altına alması düşünülemez. Bu iki değerden birinin diğerine üstün tutulması gerektiği, bunun sonucunda da, daha az üstün olan yararın daha çok üstün tutulması gereken yarar karşısında, o olayda ve o an için korumasız kalmasının uygunluğu kabul edilecektir. Bunun için temel ölçüt kamu yararıdır. Gerek yazılı ve gerekse görsel basın bu işlevini yerine getirirken, özellikle yayının gerçek olmasını, kamu yararı bulunmasını, toplumsal ilginin varlığını, konunun güncelliğini gözetmeli, haberi verirken özle biçim arasındaki dengeyi de korumalıdır. Yine basın, objektif sınırlar içinde kalmak suretiyle yayın yapmalıdır. O anda ve görünürde var olup da sonradan gerçek olmadığı anlaşılan olayların yayınından da basın sorumlu tutulmamalıdır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 22 Nisan 2013 tarihli ve .... başvuru numaralı kararında “İfade özgürlüğünün, demokratik bir toplumun vazgeçilmez esasını ve bu toplumun gelişiminin ve her bireyin kendini gerçekleştirmesinin temel koşulunu oluşturduğunu, 10. maddenin 2. fıkrası hükümleri saklı kalmak kaydıyla ifade özgürlüğünün sadece kabul edilen, zararsız ya da farklı olan «bilgi» ya da «düşünceler» için değil ama ayrıca hoşa gitmeyen, sarsıcı ya da rahatsız edici olanlar için de geçerli olduğunu, bunların, «demokratik toplumun» onlarsız olamayacağı çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gereği olduğunu, 10. maddede açıklandığı gibi bu özgürlüğe yapılan sınırlamaların her halde dar yorumlanması gerektiğini ve herhangi bir sınırlama gereksiniminin ikna edici bir biçimde ortaya koyulması gerektiğini,...” ifade etmektedir.Şu durumda dava konusu kararda belirtilen ifadelerin basın özgürlüğü kapsamında kaldığı, ifadelerin bir bölümünün maddi gerçeğe, bir bölümünün görünür gerçeğe uygun bilgilerden ibaret olduğu, davacının yapmış olduğu görev itibariyle faaliyet ve uygulamalarının toplumsal ilgiye haiz olması dikkate alındığında tartışılmasında kamu yararı olduğu, toplumun bilgi edinme, basının da haber verme hakkı kapsamında değerlendirilmesi gerektiği anlaşılmaktadır.Diğer yandan davalı hakkındaki ceza mahkemesi tarafından verilmiş adli para cezasına ilişkin kesin nitelikteki mahkumiyet hükmünün, hukuk hakimi yönünden bağlayıcı olup olmadığının tartışılması gerekmektedir.Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 09/04/2014 tarihli 2013/4-1008 E. 2014/490 K. sayılı kararında da belirtildiği üzere, ceza mahkemesi kararlarının hukuk mahkemesine (davasına) etkisi, hukukumuzda mülga 818 Sayılı Borçlar Kanunu'nun 53. maddesinde (TBK'nın 74. maddesinde) düzenlenmiş olup; hukuk hakimi, ceza mahkemesinin kesinleşmiş kararları karşısında ilke olarak bağımsız kılınmıştır. Bu ilke, ceza kurallarının kamu yararı yönünden bir yasağın yaptırımını; aynı uyuşmazlığı kapsamına alan hukuk kurallarının ise, kişi ilişkilerinin Medeni Hukuk alanında düzenlenmesi ve özellikle tazmin koşullarını öngörmesi esasına dayanmaktadır. 818 sayılı BK'nın "Ceza Hukukuyla Medeni Hukuk Arasında Münasebet" başlıklı 53. maddesinde: "Hakim, kusur olup olmadığına yahut haksız fiilin faili temyiz kudretini haiz bulunup bulunmadığına karar vermek için ceza hukukunun mesuliyete dair ahkamiyle bağlı olmadığı gibi, ceza mahkemesinde verilen beraat kararıyla da mukayyet değildir. Bundan başka ceza mahkemesi kararı, kusurun takdiri ve zararın miktarını tayin hususunda dahi hukuk hakimini takyit etmez." hükmü yer almaktadır (6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun 74. maddesi hükmü de paralel bir düzenlemeyi içermektedir.). Bu düzenleme nedeniyle, ceza mahkemesince verilen, beraat kararı, kusur ve derecesi, zarar tutarı, temyiz gücü ve yükletilme yeterliği, illiyet gibi esasların hukuk hakimini bağlamayacağı konusunda duraksama bulunmadığı kabul edilmektedir. Ancak, öğretide ve Yargıtay'ın yerleşmiş içtihatlarında, ceza hakiminin tespit ettiği maddi olaylarla ve özellikle "fiilin hukuka aykırılığı" konusuyla hukuk hakiminin tamamen bağlı olacağı kabul edilmektedir. Yani, maddi olayları ve yasak eylemlerin varlığını saptayan ceza mahkemesi kararının, taraflar yönünden kesin delil niteliği taşıdığı kabul edilmektedir. (Yargıtay H.G.K.nın 10.1.975 gün ve 1971/406 E., 1975/1 K.; H.G.K.nın 23.1.1985 gün ve 1983/10-372 E., 1985/21 K.; H.G.K.nın 27/04/2011 gün ve 2011/17-50 E., 2011/231 K. sayılı ilamları). Ceza mahkemesinin maddi nedensellik bağını (illiyet ilişkisi) tespit eden kesinleşmiş hükmünün hukuk hakimini bağlamasına, 818 Sayılı Borçlar Kanunu'nun 53. maddesinin bir engel oluşturmayacağı belirtilmektedir.(H.G.K.nın 16.9.1981 gün 1979/1-131 E., 1981/587 K. sayılı ilamı; M. Çenberci, Hukuk Davalarında Kesin Hüküm, 1965, s.22 vd.; H.G.K.nın 27.4.2011 gün ve 2011/17-50 E., 2011/231 K. sayılı ilamı). Bu şekilde kabulün nedeninin de, hukuk usulünün bir şekil hukuku olması, davanın açılması, itirazların ileri sürülmesi, tanıkların ve diğer delillerin bildirilmesinin belirli süre koşullarına bağlı kılınması, tanık listesi verilememesi, iddia ve savunmanın genişletilmesi yasağı gibi, yargılamanın süratle sonuçlandırılması gayesiyle yargılamaya belirli kısıtlamalar getirilmesi ve bunun sonucunda da hukuk hakiminin şekli gerçeği araması, maddi gerçeğin öncelikli hedefi olmaması gösterilmektedir. Ceza hakimi ise bunun tersine öncelikli hedef olarak maddi gerçeğe ulaşmayı hedeflemektedir.Yargıtay'ın yerleşik uygulamasına ve öğretideki genel kabule göre, maddi olgunun tespitine dair ceza mahkemesi kararı hukuk hakimini bağlar. Ceza mahkemesinde bir maddi olayın varlığı ya da yokluğu konusundaki kesinleşmiş kabule rağmen, aynı konunun hukuk mahkemesinde yeniden tartışılması olanaklı değildir (H.G.K.nın 11/10/1989 gün ve 1989/11-373 E., 472 K.; H.G.K.nın 27/04/2011 gün ve 2011/17-50 E., 2011/231 K. sayılı ilamları). Ceza mahkemesi kararlarının hukuk mahkemesine etkisi konusundaki doktrin ve Yargıtay'ın uygulaması bu şekilde olmakla birlikte, temyize konu davada, davalı hakkında verilen ve kanundan kaynaklanan kesin karar niteliğinde bulunan ceza mahkemesi kararının hukuk mahkemesine etkisi konusunun ayrıca tartışılması gerekmektedir.Yukarıda belirtildiği şekilde ceza mahkemesi kararının hukuk hakimini bağlamasının bir nedeni de ceza mahkemesinin maddi gerçeğe ulaşmada resen araştırma yetkisinin bulunması, ceza hakiminin elinde daha fazla araştırma imkanının bulunması ve hukuk usulünün bir şekil hukuku olmasıdır. Ancak temyize konu olayda, yayınlanan haberlerin davacının kişilik haklarına zarar verip vermediği konusunda ceza mahkemesinin sonuca varırken kullandığı imkanlarda hukuk hakiminden bir farkı bulunmamaktadır. Haberlerin yayınlandığı tarih, konu edilen olaylar, yönelinen kişiler ve haberi yapan kişi belirli olup, ayrıca bir araştırmaya gerek bulunmamaktadır. Dolayısıyla haberlerin değerlendirilmesinde ceza hakimi ile hukuk hakimi aynı derecede yetkiye ve imkana sahiptir. Dolayısıyla maddi olayların tespiti konusunda her iki hakim yönünden bir fark bulunmamaktadır.Fiilin hukuka aykırılığı konusunda ise, davalı hakkında verilen ve kanundan kaynaklanan kesin karar niteliğinde bulunan ceza mahkemesi kararının mevcudiyetinin, tek başına hukuk hakimini bağlayıcı nitelikte olmadığı değerlendirilmiştir. Zira söz konusu ceza mahkemesi kararının taraflarca temyiz edilme ve dolayısıyla deracaattan geçirilme imkanının olmadığı, özellikle ceza mahkemesinde hangi ifadelerin hakaret suçunu oluşturduğu tartışılmamıştır. Kesin nitelikte verilen ceza kararında ifadelerin hiçbiri değerlendirilmemiş yazıların "katılanların onur, şeref ve saygınlığını rencide ettiği" karar yerinde kabul edilmiştir. Cezalandırmaya konu olan bu ifadeler ceza hakimi tarafından değerlendirilmediği için hukuk hakimi tarafından değerlendirilmelidir. Hükme esas alınan ifadelerin basın özgürlüğü kapsamında kaldığı, ifadelerin bir bölümünün maddi gerçeğe, bir bölümünün görünür gerçeğe uygun bilgilerden ibaret olduğu, davacının yapmış olduğu görev itibariyle de toplumsal ilgiye haiz olduğu düşünüldüğünde manevi tazminata hükmedilmesi doğru olmamıştır. Bu nedenlerle istemin tümden reddedilmesi gerekirken, yerinde olmayan yazılı gerekçeyle kısmen kabul edilmiş olması doğru olmamış kararın bozulması gerekmiştir.SONUÇ: Temyiz olunan kararın, yukarıda gösterilen nedenlerle BOZULMASINA ve peşin alınan harcın istek halinde geri verilmesine 08/02/2016 gününde oybirliğiyle karar verildi.