Davacı, işkazası sonucu sürekli işgöremezlik durumuna giren sigortalıya bağlanan peşin değerli gelirler ile yapılan harcama ve ödemeler nedeniyle uğranılan Kurum zararının rücuan ödetilmesini istemiştir. Mahkeme, ilâmında belirtildiği şekilde davanın reddine karar vermiştir. Hükmün, davacı Avukatı tarafından temyiz edilmesi üzerine, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldıktan ve Tetkik Hâkimi Tolga Özmen tarafından düzenlenen raporla dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra işin gereği düşünüldü ve aşağıdaki karar tespit edildi. Dava, zararlandırıcı sigorta olayı sonucu sürekli iş göremezlik durumuna giren sigortalıya yapılan sosyal sigorta yardımları nedeniyle uğranılan Kurum zararının davalı işverenden rücuan tahsili istemine ilişkin olup; sigortalı tarafından davalıya karşı açılan tazminat davasının yapılan yargılamasında düzenlenen kusur raporunda, iş kazasının meydana gelmesinde %100 oranında kaçınılmazlık veya kötü rastlantının etken olduğunun belirlendiği, risk kuramı(nazariyesi = teorisi)na dayanılarak davalının %70 oranında sorumluluğu benimsenip istemin hüküm altına alındığı ve kararın kesinleştiği, inceleme konusu işbu rücu davasına bakan mahkemece kusur incelemesi yaptırılmaksızın, yukarıda anılan rapora dayanılarak ve davacı Kurumun, sigortalının halefi konumunda bulunduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verildiği anlaşılmaktadır. Davanın yasal dayanağını oluşturan 506 sayılı Kanunun 26 ncı maddesindeki "halefiyet" ilkesi uyarınca, kurumun rücu alacağı, hak sahiplerinin tazmin sorumlularından isteyebileceği maddi zarar (tavan) miktarı ile sınırlı iken; Anayasa Mahkemesi'nin 23.11.2006 gün, 2003/10 Esas ve 2006/106 Karar sayılı kararı ile anılan maddenin birinci fıkrasında yer alan "sigortalı veya hak sahibi kimselerin işverenden isteyebilecekleri miktarlarla sınırlı olmak üzere" ibarelerinin Anayasa'ya aykırılık nedeniyle iptaline karar verilmiştir. Anayasa'nın 153 üncü maddesinde öngörülen düzenlemeye göre; Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararlarının Resmi Gazete'de yayımlandığı tarihte yürürlüğe girmesi ile birlikte, elde bulunan ve kesinleşmemiş tüm davalarda uygulanmasının zorunlu olması karşısında, iptal kararının Resmi Gazete'de yayımlandığı 21.03.2007 tarihinden sonra; Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 76 ncı maddesi uyarınca, yürürlükteki yasaları uygulamakla yükümlü bulunan mahkemelerin ve giderek Yargıtay'ın, iptal kararı ile keenlemyekun (yok hükmünde) olan ve böylece yürürlükten kalkan bir yasa maddesine dayanarak inceleme yapma ve karar verme yetkilerinin bulunmadığının kabulü doğal olup, bu yönde bir uygulama yapılmasına cevaz yoktur (İBBGK.'nun 09.05.1960 gün, 1960/21-9 sayılı kararı; YHGK.'nun 21.01.2004 gün, 10-44/19 sayılı, 07.04.2004 gün, 214/19 sayılı; 2004/448-461 sayılı kararları). Gerçekten de, usulü kazanılmış hak gereğince uygulanması gereken bir kanun hükmü, sonradan (karar kesinleşmeden önce) Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilirse, artık usulü kazanılmış hakka göre değil; aksine, usulü kazanılmış hakkın istisnası olarak, iptal kararından sonra oluşan yeni hukuki duruma göre karar verilmesi gereği vardır (Kuru, S.4784). Şu hale göre; 26 ncı maddede sayılan koşullarda kurumu, sigortalının ardılı (halefi) olarak kabul eden anılan maddenin birinci fıkrasındaki itiraz konusu kuralın iptalinden sonra; bu madde uyarınca açılan davalarda artık halefiyet ilkesine dayanılamayacağının, kurumun rücu hakkının hukuki temelinin, yasadan doğan, sigortalı veya hak sahibi kimselerin alacaklarından bağımsız, kendine özgü "basit rücu" hakkına dönüşmüş olmasının kabulüyle; bu aşamadan sonra, zararlandırıcı sigorta olayı nedeniyle, sigortalı veya hak sahiplerine kurum tarafından bağlanan gelirin (başladığı tarihteki) ilk peşin sermaye değerinin, tazmin sorumlularının (işverenin) kusuruna isabet eden miktarıyla sınırlı şekilde hüküm kurulması gerekir. Nitekim bu yönler, Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararının gerekçesine de yansımış ve "Kanuna uymayan eylem nedeniyle hukuksal yaptırıma maruz kalan ve bunun sonucu olarak da bağlanan gelirin sermaye değerini kuruma ödeyen, böylece olayla bağlantısı (ilişkisi) kesilen işverenin; kanun, kanun hükmünde kararname ve kararlarla getirilen katsayılarla, sigortalıya önceden bağlanan gelirlerde sonradan yapılacak artışlardan ve bu artışların peşin sermaye değerlerinden sorumlu tutularak sürekli dava tehdidi altında bulundurulması, sosyal güvenlik kuruluşlarına ait olması gereken risklerin işverene yükletilmesi anlamına gelir ve böyle bir durum hakkaniyet ve sorumluluk ilkeleriyle bağdaşmadığı gibi sosyal hukuk devleti ilkesine de aykırılık oluşturur." görüşü belirtilerek; gelirlerdeki artışların tazmin sorumlularından (işverenlerden) istenemeyeceği kesin bir anlatımla ortaya konmuştur. Anayasa Mahkemesi kararlarının, konuyu açıklayıcı özelliği itibarıyla her kesimi ve bu arada mahkemeleri, gerekçeleriyle de bağlayıcı olduğu hususu gözetildiğinde; iptal kararı ile birlikte ortaya çıkan bu yeni hukuki durum itibarıyla konuya uygulama açısından açıklık getirmek gerekirse; öncelikle, kurumun rücu hakkının hukuksal temelinin "halefiyet" yerine "kanundan doğan (basit) rücu hakkı" na dayandığının kabul edilmesiyle birlikte; artık ilk peşin değerli gelirlerin (bağlandığı tarih itibarıyla) her bir hak sahibi yönünden tazmin sorumlularının kusuruna isabet eden miktarla sınırlı şekilde hüküm kurulması gereği vardır. Bu durumda açıklıkla söyleyebiliriz ki, ilk peşin sermaye değerli gelirlerdeki artışların istenemeyeceğinde kuşku ve duraksamaya yer yoktur. Hemen belirtmek gerekirse, artık; 506 sayılı yasa uyarınca açılan rücuan tazminat davalarına ilişkin olarak süregelen uygulamada olduğu üzere maddi zarar (tavan) hesabı yapılması gerekmediği gibi; anılan kanunun 10 uncu maddesinin uygulanmasını gerektiren durumlarda ise, Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararından önce süregelen içtihatlarla oluşturulup uygulanan prensiplerde temel farklı bir yaklaşım bulunmamaktadır. Ancak, bu madde uygulamasında da, tavan zarar hesabı yerine, kurumun sigortalıya başlangıçta bağladığı ilk peşin sermaye değeri üzerinden hesaplama yapılmasında herhangi bir tereddüt olmamalıdır. Ayrıca yapılan tüm hesaplama uygulamalarında; tazmin sorumlusunun, sigortalıya veya hak sahiplerine yapmış olduğu her türlü ödeme ve ibranın da kurumun rücu alacağından düşülmesine imkan bulunmadığı göz önünde tutulmalıdır. Öte yandan, kurumun bundan böyle "halef" sıfatını taşımadığı, sigortalının alacağından bağımsız, kanundan doğan rücu hakkına sahip olduğu gözetilerek; sigortalı veya hak sahipleri tarafından tazmin sorumluları aleyhine açılan tazminat davasında alınan kusur ve hesap raporunun, rücu davasında bağlayıcı olmayıp, güçlü delil niteliğinde sayılması gerekir. Ancak, bu aşamada ilave edelim ki, kesinleşen önceki rücu davalarında hüküm altına alınan miktarın mahsubu yapılırken, sigortalıya bağlanan gelirin ilk peşin sermaye değerinin esas alınması gerektiği, şayet ilk peşin sermaye değerli gelirle birlikte artışlara da hükmedilmişse, artışların karar altına alınacak rücu tazminatından mahsup edilmesine olanak bulunmadığı da göz ardı edilmemelidir. Bu çevrede meseleye fiili ödemeler açısından bakıldığında ise; fiili ödemenin mevcudiyeti halinde kurumun talep edebileceği miktarın hesabının da aynı şekilde gerçekleştirilmesi gerekmekte olup; ilk peşin sermaye değerli gelir ile fiili ödeme miktarı karşılaştırılmalı ve hangisi düşük ise anılan tutar esas alınıp kusur uygulanmalıdır. Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra, 506 sayılı yasaya dayalı olarak işverenler aleyhine açılan rücuan tazminat davalarında; süregelen mevcut uygulama dışında, herhangi bir etkileşim ve değişim öngörülmediğinden, Borçlar Kanununun 332/1. maddesinde belirtilen işçi-işveren arasındaki akde aykırılık eylemleri ve bu çevrede maddenin 2.fıkrası gereğince işverenin akde aykırı davranışları (işçi sağlığı ve iş güvenliğinin gerektirdiği önlemlerin alınmaması vs.) sonucu, inceleme konusu 26/1. maddeyle vaki ilişkilendirme, bir bakıma akde aykırı hareketten doğan tazminat davaları hakkındaki hükümlere tabi olmakla; zaman aşımının, süregelen eski uygulamalar gibi, işverenler açısından Borçlar Kanununun 125. maddesine göre belirlenmesi gerektiğinde; ayrıca, zararlandırıcı sigorta olayına neden olan üçüncü kişiler yönünden ise, Borçlar Kanunun 60 ıncı maddesinde öngörülen haksız fiil zaman aşımına tabi olduğunda tereddüt yoktur. Bu arada zaman aşımının başlangıcı konusuna gelince; 506 sayılı yasada bu tür davalarda uygulanması gereken zaman aşımının düzenlenmediği düşünüldüğünde genel hükümler çerçevesinde çözüm arama gereği vardır. Gerçekten de Borçlar Kanunun 128 inci maddesinde, zamanaşımının alacağın muaccel olduğu zamandan başlayacağı belirtilmektedir. Kurum açısından alacak hakkı, bağladığı gelirin yetkili organ tarafından onaylandığı tarihte ödenebilir hale geleceğinden, muacceliyet olgusunun onay tarihinde gerçekleşeceği açıktır. O halde, 26 ncı maddeye ilişkin davalarda zamanaşımı, giderler yönünden sarf ve ödeme, gelirler için ise ilk peşin sermaye değerinin başlangıçtaki gelir bağlama onay tarihinden başlatılmalıdır. Faiz başlangıcının da, aynı şekilde, ilk peşin değerli gelire ait tahsisin onay tarihi olduğunda kuşku yoktur. Bu açıklamalar ışığı altında inceleme konusu dava değerlendirildiğinde; sigortalı tarafından davalıya karşı açılan tazminat davasında alınan kusur raporunun, işbu dava yönünden bağlayıcı olmayıp, yalnızca, "güçlü delil" niteliğinde kabulü gerekmekte olup, nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 16.04.2008 gün ve 2008/10-334 Esas, 2008/327 Karar numaralı ilamında da aynı yaklaşım benimsenmiştir. Şu durumda ve özellikle iş kazasının meydana gelmesinde kaçınılmazlık unsurunun %100 oranında etken olmadığı dikkate alınarak; iş güvenliği ve işçi sağlığı konularında uzman bilirkişilerden oluşacak kuruldan, 506 Sayılı Kanunun 26., 4857 sayılı Kanunun 77., İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Tüzüğünün 2 vd. maddelerine uygun olarak düzenlenmiş, ilgililerin kusur oran ve aidiyetlerini belirten rapor alınmalı, daha sonra Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararı ile ortaya çıkan hukuki durum gözetilerek, sigortalıya bağlanan gelirlerin ilk peşin sermaye değeri ile sosyal yardım zammı toplamının açıklanan ilkeler doğrultusunda tazminine olanak bulunan kısmı belirlenmeli ve giderlerle birlikte dava konusu tüm rücu alacağı hakkında elde edilecek sonuca göre karar verilmelidir. Bu maddi ve hukuki olgular göz önünde bulundurulmaksızın, mahkemece eksik inceleme ve araştırma sonucu yazılı şekilde hüküm kurulması, usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir. O halde, davacı Kurum vekilinin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır. SONUÇ:Temyiz edilen hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, 26.05.2008 gününde oybirliğiyle karar verildi.