Anasayfa / İçtihat / Yargıtay Karar No : 3321 - Karar Yıl 2011 / Esas No : 16564 - Esas Yıl 2010





Dava, yersiz ödendiği iddia edilen ölüm aylıklarının istirdadı istemine ilişkindir. Mahkemece, istemin kabulüne karar verilmiştir. Hükmün, davalı tarafından temyiz edilmesi üzerine, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldıktan ve tetkik hakimi tarafından düzenlenen raporla dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra İşin gereği düşünüldü ve aşağıdaki karar tespit edildi. Davaya konu somut olayda, 1952 doğumlu davalı Döndü'nün 18.06.1968 tarihinde sigortalı Hüseyin ile evlendiği, Hüseyin'in 07.04.1967 tarihinde bir başka kadınla evlendiği ve bu evliliğinin devam ettiğinin an-laşılması üzerine Reşadiye Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 09.09.1969 günlü kararı ile davalı Döndü ile Hüseyin'in evliliklerinin iptaline karar verildiği, davalı Döndü adına tebliğe çıkarılan ilamın Hüseyin'e tebliğ edilerek, karara 30.10.1969 tarihinde kesinleşme şerhinin işlendiği, Hüseyin'in ilk evliliğinin ise 29.12.1969 tarihli boşanma kararı ile sonuçlandığı; Nüfus kayıt örneğinin incelenmesinden, davalı Döndü ile Hüseyin'in 1970, 1971, 1973 ve 1974 doğum tarihli dört çocuğunun yasal evlilik içerisinde doğmuş gibi kayıt altına alındıkları, Hüseyin'in vefatı üzerine Reşadiye Sulh Hukuk Mahkemesi'nce düzenlenen 14.12.1990 tarihli veraset ilamında davalı Döndü'nün "muris Hüseyin'in eşi" olarak mirasçı gösterildiği; Davalının 14.12.1990 tarihinde Kuruma ölüm aylığı istemiyle yaptığı başvurusunda, veraset ilamı ile 14.12.1990 tarihli Sosyal Sigortalar Kurumu için Vukuatlı Nüfus Kayıt Örneğini ibraz ettiği, kendisine ölüm aylığı bağlanarak 2005 yılına kadar ödendiği, bu durumun bir telefon ihbarı İle ortaya çıkması üzerine eldeki davanın açılarak, 1990-2005 yılları arasında yersiz ödendiği belirtilen ölüm aylıklarının istirdadının istendiği görülmektedir. Davalı, aşamalarda verdiği ifadesinde, evliliğinin iptaline dair bilgisinin bulunmadığı, aksi halde yeniden geçerli olarak evlenmelerinin önünde bir yasal engel bulunmadığını beyan etmektedir. Uyuşmazlığın çözümü, tarafların işlem ve eylemler indeki gerçek amaçlarının tespiti ve MK'nın 2. maddesinde yer alan "dürüst davranma" ve madde 3'de açıklanan "İyiniyet" kuralına uygun hareket edip etmediklerinin tespitine bağlıdır. Hemen belirtelim ki, bütün hakların kullanılmasında uyulması gerekli bir kural vardır: Bu kural, Medeni Kanun'un 2. maddesinde ifade edilen dürüstlük (objektif iyiniyet) kuralıdır. Bir hak, dürüstlük kuralına aykırı kullanılırsa kötüye kullanılmış olur. Bir hakkın sırf başkasına zarar vermek amacıyla kullanılmasını yasa korumaz. Dürüstlük kuralı, bir kimseden (dürüst bir insan olarak) beklenen davranışı ifade eder. Bir davranışın bu nitelikte olup olmadığı, toplumda geçerli ahlak ölçülerine, gelenek ve göreneklere, karşılıklı uygulana gelen teamüllere ve hakları sağlayan ilişkilerin amacına göre tayin edilir. Diğer yandan, hakkın kötüye kullanılıp kullanılmadığını belirlerken, o kişinin hakkın kullanılmasında geçerli ve haklı bir yararının bulunup bulunmadığının, hakkın kullanılmasının sağlayacağı yarar ile başkalarına vereceği zarar arasında aşırı oransızlığın bulunup bulunmadığına bakılmalıdır. Bir kimsenin kendi ahlaka aykırı davranışına dayanması ve uyandırılan güvene aykırı davranışta bulunması gibi ölçütler hakkın kötüye kullanılıp kullanılmadığını belirler (Prof. Dr. M.Kemal Oğuzman, Medeni Hukuk-Temel Kav-ramlar, S. Bası 1985, sf. 154 vd). Hakkın kötüye kullanıldığı savunma olarak ileriye sürülmüş olmasa dahi bu husus defi değil itiraz olarak kabul edildiğinden hakim, dava dosyasından anlaşılan böyle bir durumu re'sen gözönüne almak zorundadır (Yargıtay HGK 04.11.1964 gün 1964/2-953 E. ve 1964/640 K. sayılı ilamı, 14.02.1951 tarih ve 1949/17 E., 1951/1 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Karan, 08.11.1991 tarih 1990/4 E., 1991/13 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı). Öte yandan Medeni Kanun'un 3. maddesinde ifade edildiği üzere; durumun gereklerine göre kendisinden beklenen özeni göstermeyen kimse iyiniyet savunmasında bulunamaz. Kuşkusuz iyiniyet ya da kötüniyet kavramları sübjektif, diğer bir anlatımla insanların iç dünyaları ile ilgili kavramlardır. Bunun açıklığa kavuşturulması, somutlaştırılması olaylarla özdeş hale getirilmesi son derece güçtür. İşte bu durumda, hakim, maddi olguların yanında karinelerden, hayat deneylerinden yararlanmak suretiyle gerçeği bulmaya gayret gösterecektir. Uyuşmazlığa bakıldığında; davalı Döndü'nün okur yazar olmadığı, 16 yaşında evlendiği, evliliğin iptaline ilişkin yargılamaya katılmadığı, evliliğin İptali kararının Hüseyin tarafından tebliğ alındığı, doğurduğu 4 çocuğun nüfusa geçerli evlilik içinde olmuş gibi kaydedildiği, ölüm aylığı isteminde, kendisini mirasçı gösteren veraset ilamı ve vukuatlı nüfus aile kaydı ile davacı Kuruma başvurduğu, sonuçta kendisine ölüm aylığı bağlandığı anlaşılmaktadır. Tüm bu bilgiler değerlendirildiğinde, davalı kötüniyetli olmayıp. Kurumu yanıltmadığının açık olması, davacı Kurum tarafından da kötüniyetli olduğunun iddia ve ispat edilememesi ve yaşam deneyleri ile günümüzün ekonomik koşullarına göre davacı kendisine ödenen aylıkları tüketerek elden çıkarmak zorunda kalan, günü gününe geçinen kimselerden olup, Borçlar Kanunu'nun 63. maddesi hükmünde ifadesini bulan İyiniyetle zenginleşen kimsenin zenginleşmenin geri verilmesinden dolayı zenginleşme hiç olmasaydı bulunacağı durumdan daha kötü duruma düşürülemeyeceğine ilişkin hukuki ilke karşısında, bu aylıkların davalıdan istirdadının mümkün olamayacağı açıktır. Açıklanan bu maddi ve yasal olgular dikkate alındığında davanın reddine karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme sonucu yazılı şekilde kabulüne karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir. O halde davalının bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır. Sonuç: Temyiz edilen hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle (BOZULMASINA), temyiz harcının istem halinde davalıya iadesine, 14.03.2011 gününde oybirliğiyle karar verildi.