MAHKEMESİ : KOCAELİ 4. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİTARİHİ : 23/03/2011NUMARASI : 2009/230-2011/116Taraflar arasında görülen davada;Davacılar, ortak miras bırakanları H. U.’nun ikinci eşi F.’nin ilk evliliğinden olma torunu E. K.’ın yeşil kart çıkarmak amacıyla götürdüğü Noterde taşınmaz satışı konusunda yetki içeren vekâlet aldığını, anılan vekâlete dayanarak muris adına kayıtlı 207 ada, 5 ve 6 parsel ile 8807 parsel sayılı taşınmazları yakın arkadaşı O. A.’ya tapuda satış göstermek suretiyle temlik ettiği, gerçekte bedelsiz temlik yapıldığını, kız çocuklarından mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olarak yapılan temlikin yolsuz olduğunu ileri sürerek tapu kaydının iptali ile mirasçıları adına tesciline karar verilmesini istemiş, aşamalarda 207 ada, 5 ve 6 parsel sayılı taşınmazlar hakkındaki davalarını atiye bıraktıklarını bildirmişlerdir.Davalı, temlikin gerçek değeri üzerinden bedeli karşılığında yapıldığını, davacıların murisi ile vekil kılınan arasındaki ilişkiden sorumlu tutulamayacağını, TMK’nu 1023. maddenin koruyuculuğundan yararlanması gerektiğini belirterek davanın reddini savunmuştur. Mahkemece; çekişmeli 207 ada,, 5 ve6 parsel sayılı taşınmazlar hakkındaki dava atiye bırakıldığından karar vermeye yer olmadığına, 8807 parsel sayılı taşınmaz bakımından kanıtlanamayan davanın reddine karar verilmiştir.Karar, davacılar tarafından süresinde temyiz edilmiş olmakla; Tetkik Hâkimi . .... raporu okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldÜ:Dava, muris muvazaası ve vekâletin hile ile alındığı iddiasıyla vekâlet görevinin kötüye kullanılması hukuksal nedenine dayalı tapu iptal tescil isteğine ilişkindir.Mahkemece, çekişmeli 207 ada, 5 ve 6 parsel sayılı taşınmazlar hakkındaki dava atiye bırakıldığından karar vermeye yer olmadığına, 8807 parsel sayılı taşınmaz bakımından ise yazılı delille kanıtlanamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.Hemen belirtilmelidir ki; Borçlar Kanunu’nun temsil ve vekâlet bağıtını düzenleyen hükümlerine göre, vekâlet sözleşmesi büyük ölçüde tarafların karşılıklı güvenine dayanır. Vekilin borçlarının çoğu bu güven unsurundan, onun vekil edenin yararına ve iradesine uygun davranış yükümlülüğünden doğar. Borçlar Kanununda sadakat ve özen borcu, vekilin vekil edene karşı en önde gelen borcu kabul edilmiş ve 390/2 maddesinde "vekil, müvekkiline karşı vekâleti hüsnüniyetle ifa ile mükelleftir..." hükmüne yer verilmiştir. Bu itibarla vekil, vekil edenin yararına ve iradesine uygun hareket etme, onu zararlandırıcı davranışlardan kaçınma yükümlülüğü altındadır. Sözleşmede vekâletin nasıl yerine getirileceği hakkında açık bir hüküm bulunmasa veya yapılan işlem dış temsil yetkisinin sınırları içerisinde kalsa dahi vekilin bu yükümlülüğü daima mevcuttur. Hatta malik tarafından vekilin bir taşınmazın satışında, dilediği bedelle dilediği kimseye satış yapabileceği şeklinde yetkili kılınması, satacağı kimseyi dahi belirtmesi, ona dürüstlük kuralını, sadakat ve özen borcunu gözardı etmek suretiyle, makul sayılacak ölçüler dışına çıkarak satış yapma hakkını vermez. Vekil edenin yararı ile bağdaşmayacak bir eylem veya işlem yapan vekil değinilen maddenin birinci fıkrası uyarınca sorumlu olur. Öte yandan, vekil ile sözleşme yapan kişi Medeni Kanunun 3. maddesi anlamında iyi niyetli ise yani vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını bilmiyor veya kendisinden beklenen özeni göstermesine rağmen bilmesine olanak yoksa, vekil ile yaptığı sözleşme geçerlidir ve vekil edeni bağlar. Vekil vekâlet görevini kötüye kullansa dahi bu husus vekil ile vekâlet eden arasında bir iç sorun olarak kalır, vekil ile sözleşme yapan kişinin kazandığı haklara etkili olamaz. Ne varki, üçüncü kişi vekil ile çıkar ve işbirliği içerisinde ise veya kötü niyetli olup vekilin vekâlet görevini kötüye kullandığını biliyor veya bilmesi gerekiyorsa vekil edenin sözleşme ile bağlı sayılmaması, Medeni Kanunun 2. maddesinde yazılı dürüstlük kuralının doğal bir sonucu olarak kabul edilmelidir. Söz konusu yasa maddesi buyurucu nitelik taşıdığından hâkim tarafından kendiliğinden (resen) göz önünde tutulması zorunludur. Aksine düşünce kötü niyeti teşvik etmek en azından ona göz yummak olur. Oysa bütün çağdaş hukuk sistemlerinde kötü niyet korunmamış daima mahkûm edilmiştir. Nitekim uygulama ve bilimsel görüşler bu yönde gelişmiş ve kararlılık kazanmıştır. Somut olaya gelince, iddianın niteliğine göre ileri sürülen vakıaların her türlü delille ispatı olanaklıdır. Bu nedenle mahkemenin “akdin aksinin yazılı belge ile kanıtlanması” gerekir şeklindeki değerlendirmesinin hukuki olduğu söylenemez.Hal böyle olunca, yukarıda açıklanan ilkeler de gözetilmek suretiyle tarafların iddia ve savunmaları doğrultusunda delillerin eksiksiz toplanması, duraksamaya yer bırakmayacak şekilde somut olgunun ortaya çıkarılması buna göre bir değerlendirme yapılarak neticeye gidilmesi gerekirken yazılı olduğu üzere hüküm kurulması isabetli değildir.Davacıların bu yöne değinen temyiz itirazları yerindedir. Kabulüyle hükmün açıklanan nedenden ötürü 6100 sayılı HMK’nun geçici 3. maddesi uyarınca 1086 sayılı HUMK nun 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine,03.10.2011 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.