MAHKEMESİ : ANKARA 8. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİTARİHİ : 13/03/2012NUMARASI : 2010/430-2012/98Yanlar arasında görülen tapu iptali ve tescil,olmazsa tazminat davası sonunda, yerel mahkemece davanın, reddine ilişkin olarak verilen karar davacı kısıtlı vasileri vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla, duruşma günü olarak saptanan 29.01.2013 Salı günü için yapılan tebligat üzerine temyiz edenler vekili Avukat N. Ç.. ile temyiz edilen davalılardan N. A.. ve vekili Avukat Ö. N.. geldiler, duruşmaya başlandı, süresinde verildiği ve kayıt olunduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra gelen vekillerin sözlü açıklamaları dinlendi, duruşmanın bittiği bildirildi, iş karara bırakıldı. Bilahare Tetkik Hakimi .. tarafından düzenlenen rapor okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelenerek gereği görüşülüp düşünüldü:Dava, ehliyetsizlik ve vekalet görevinin kötüye kullanılması hukuksal nedenlerine dayalı tapu iptal ve tescil isteğine ilişkin olup, Mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir. Dosya içeriğinden ve toplanan delillerden; davacı kısıtlı S..'e ait çekişme konusu 26 parsel sayılı taşınmazdaki 6 nolu bağımsız bölümün, oğlu olan vekili davalı N.. tarafından 6.4.2006 tarihli vekaletname kullanılarak 10.10.2007 tarihinde dava dışı K. A..'a satış yoluyla temlik edildiği, K..'ın da davalı S..'a 16.7.2010 tarihinde satış suretiyle devrettiği; Ankara 12.Sulh Hukuk Mahkemesinin, 8.6.2010 günlü, 2010/139 esas, 2010/836 karar sayılı kararıyla Türk Medeni Kanunu'nun 405. maddesi uyarınca S..'in vesayet altına alınmasına, kendisine çocukları S., S.. ve L..'nın karar tarihinden itibaren 2 yıl süreyle geçerli olmak üzere vasi tayinine, en az ikisinin ortak imzası ile vesayetle ilgili işlem yapma yetkisi tanınmasına karar verildiği anlaşılmaktadır.Kısıtlı Seyfettin adına hareket eden vasiler L. ve S.., 1.10.2012 tarihinde davalılar aleyhine açmış oldukları eldeki davada, kısıtlıı S..'in hukuki bakımdan ehliyetsiz olduğunu, kaldı ki ehliyetli olsa bile vekili oğlu N..'nin kısıtlı S..'i zararlandırma kastıyla vekalet görevini kötüye kullanarak temliki gerçekleştirdiğini ileri sürerek eldeki davayı açtıkları görülmektedir.Hemen belirtilmelidir ki, davada dayanılan maddi olaylar bakımından birkaç hukuki nedenin bir arada gösterilmesinde ilke olarak usul ve yasaya aykırı bir yön yoktur. ( H.G.K 11.54.1994 tarih, 1990/1-152;1990/236 sayılı kararı) O halde, davada, ehliyetsizlik hukuki sebebi yanında, vekalet görevinin kötüye kullanılması hukuksal nedenine de dayanıldığına göre, hukuki ehliyetin kamu düzeni ile ilgili olması sebebiyle mahkemece kendiliğinden gözetilerek, önemine binaen öncelikle inceleme yapılması gerekeceği kuşkusuzdur.Ne varki, mahkemece ehliyetsizlik yönünden hüküm kurmaya elverişli ve yeterli bir araştırma yapılmış değildir.Bilindiği üzere; davranışlarının, eylem ve işlemlerinin sebep ve sonuçlarını anlayabilme, değerlendirebilme ve ayırt edebilme kudreti (gücü) bulunmayan bir kimsenin kendi iradesi ile hak kurabilme, borç (yükümlülük) altına girebilme ehliyetinden söz edilemez. Nitekim Medeni Kanunun “ fiil ehliyetine sahip olan kimse, kendi fiilleriyle hak edinebilir ve borç altına girebilir “ biçimindeki 9. maddesi hükmüyle hak elde edebilmesi, borç ( yükümlülük ) altına girebilmesi, fiil ehliyetine bağlamış. 10. maddesinde de, fiil ehliyetinin başlıca koşulu olarak ayırtım gücü ile ergin ( reşit ) olmayı kabul ederek “ ayırt etme gücüne sahip ve kısıtlı olmayan bir ergin kişinin fiil ehliyeti vardır. “ hükmünü getirmiştir. “Ayırtım gücü “ eylem ve işlem ehliyeti olarak ta tarif edilerek aynı Yasanın 13. maddesinde “ yaşının küçüklüğü yüzünden veya akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk ya da bunlara benzer sebeplerden biriyle akla uygun biçimde davranma yeteneğinden yoksun olmayan herkes bu kanuna göre ayırt etme gücüne sahiptir.” denmek suretiyle açıklanmış, ayrıca ayırtım gücünü ortadan kaldıran önemli nedenlerden bazılarına değinilmiştir. Önemlerinden dolayı bu ilkeler, söz konusu Yasa ile öteki yasaların çeşitli hükümlerinde de yer almışlardır.Öte yandan,Medeni Kanununun 15. maddesinde de ifade edildiği üzere, ayırtım gücü bulunmayan kimsenin geçerli bir iradesinin bulunmaması nedeniyle, kanunda gösterilen ayrık durumlar saklı kalmak üzere, yapacağı işlemlere sonuç bağlanamayacağından karşı tarafın iyi niyetli olması o işlemi geçerli kılmaz. (11.6.1941 tarihli ve 4/ 21 sayılı Yargıtay İçtihadı Bİrleştirme Kararı)Yukarıda sözü edilen ilkelerin ve yasa maddelerinin ışığı altında olaya yaklaşıldığında bir kimsenin ehliyetinin tesbitinin şahıs ve mamelek hukuku bakımından doğurduğu sonuçlar itibariyle ne kadar büyük önem taşıdığı kendiliğinden ortaya çıkar. Bu durumda, tarafların gösterecekleri, tüm delillerin toplanılması tanıklardan bu yönde açıklayıcı, doyurucu somut bilgiler alınması, varsa ehliyetsiz olduğu iddia edilen kişiye ait doktor raporları, hasta müşahede kağıtları, film grafilerinin eksiksiz getirtilmesi zorunludur. Bunun yanında, her ne kadar H.U.M.K.’nun 286.( 6100 sayılı HMK'nun 282.) maddesinde belirtildiği gibi bilirkişinin “rey ve mütaalası” hakimi bağlamaz ise de, temyiz kudretinin yokluğu, yaş küçüklüğü, akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk gibi salt biyolojik nedenlere değil, aynı zamanda bilinç, idrak, irade gibi psikolojik unsurlara da bağlı olduğundan, akıl hastalığı, akıl zayıflığı gibi biyolojik ve buna bağlı psikolojik nedenlerin belirlenmesi, çok zaman hakimlik mesleğinin dışında özel ve teknik bilgi gerektirmektedir.Hele ayırt etme gücünün nisbi bir kavram olması kişiye eylem ve işleme göre değişmesi bu yönde en yetkili sağlık kurulundan, özellikle Adli Tıp Kurumundan rapor alınmasını da gerekli kılmaktadır. Esasen Medeni Kanunun 409/2 maddesi akıl hastalığı veya akıl zayıflığının bilirkişi raporu ile belirleneceğini öngörmüştür. Öyleyse, Mahkemece, bu konuda yapılacak işlem kısıtlı Seyfettin'in gerek vekaletnamenin düzenlenme tarihinde, gerekse çekişmeli taşınmazın ilk el durumunda ki dava dışı Kenan'a temlik tarihinde hukuki ehliyeti haiz olup olmadığı yönünde toplanan ve toplanacak tüm delillerin, 2659 sayılı Adli Tıp Kurumu Kanunu'nun 7. ve 16. maddeleri gereğince kül halinde dosya ile birlikte Adli Tıp Kurumu 4. Ihtisas Kurulu'na gönderilerek rapor alınmasından ibaret olduğu halde, vekaletnamenin düzenlendiği tarihte sağlık ocağından alınan raporla yetinilerek ( iktifa edilerek)neticeye gidilmiş olmasının doğru olduğu söylenemez.O halde, yukarıda değinildiği şekilde yapılacak işlem sonucu şayet kısıtlı S..'in gerek vekaletnamenin düzenlenme tarihinde, gerekse çekişmeli taşınmazın dava dışı K..'a temlik tarihinde hukuki ehliyetten yoksun olduğunun anlaşılması halinde, ilk el durumunda ki K..'a yapılan temlik geçersiz ise de, ondan sicilin aleniliğinden ve güvenirliğinden yararlanarak edinen ikinci el konumunda ki davalı S.. yönünden, iyiniyetli müktesip olup olmadığı, Türk Medeni Kanunu'nun 1023. maddesinin koruyuculuğundan yararlanıp yaralanmayacağı hususunda gerekli araştırma yapılarak sonucuna göre bir karar verilmesi gerekmektedir.Bilindiği gibi, hukukumuzda, diğer çağdaş hukuk sistemlerinde olduğu gibi kişilerin huzur ve güven içerisinde alış verişte bulunmaları satın aldıkları şeylerin ilerde kendilerinden alınabileceği endişelerini taşımamaları, dolayısıyla toplum düzenini sağlamak düşüncesiyle,alan kişinin iyi niyetinin korunması ilkesi kabul edilmiştir. Bu amaçla Medeni Kanunun 2.maddesinin genel hükmü yanında menkul mallarda 988. Ve 989., tapulu taşınmazların el değiştirmesinde ise 1023.maddesinin özel hükümleri getirilmiştir. Öte yandan bir devleti oluşturan unsurlardan biri insan unsuru ise bunun kadar önemli olan ötekisi topraktır İşte bu nedenle Devlet, nüfus sicilleri gibi tapu sicillerinin de tutulmasını üstlenmiş,bunların aleniliğini (herkese açık olmasını) sağlamış,iyi ve doğru tutulmamasından doğan sorumluluğu kabul etmiş,değinilen tüm bu sebeplerin doğal sonucu olarakta tapuya itimat edip, taşınmaz mal edinen kişinin iyi niyetini korumak zorunluluğunu duymuştur.Belirtilen ilke M.K.nun 1023.maddesinde aynen "tapu kütüğündeki sicile iyi niyetle dayanarak mülkiyet veya başka bir ayni hak kazanan 3 ncü kişinin bu kazanımı korunur" şeklinde yer almış, aynı ilke tamamlayıcı madde niteliğindeki 1024.maddenin 1.fıkrasına göre "Bir ayni hak yolsuz olarak tesçil edilmiş ise bunu bilen veya bilmesi gereken 3 ncü kişi bu tesçile dayanamaz" biçiminde öngörülmüştür.Ne varki; tapulu taşınmazların intikallerinde, huzur ve güveni koruma, toplam düzenini sağlama uğruna, tapu kaydında ismi geçmeyen ama asıl malik olanın hakkı feda edildiğinden iktisapta bulunan kişinin,iyi niyetli olup olmadığının tam olarak tespiti büyük önem taşımaktadır.Gerçekten bir yanda tapu sicilinin doğruluğuna inanarak iktisapta bulunduğunu ileri süren kimse diğer yanda ise kendisi için maddi,hatta bazı hallerde manevi büyük değer taşıyan ayni hakkını yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalan önceki malik bulunmaktadır.Bu nedenle yüzeysel ve şekilci bir araştırma ve yaklaşımın büyük mağduriyetlere yol açacağı,kişilerin Devlete ve adalete olan güven ve saygısını sarsacağı ve yasa koyucunun amacının ilk bakışta,şeklen iyi niyetli gözükeni değil,gerçekten iyiniyetli olan kişiyi korumak olduğu hususlarının daima göz önünde tutulması,bu yönde tüm delillerin toplanıp derinliğine irdelenmesi ve değerlendirilmesi gerekmektedir. Nitekim bu görüşten hareketle "kötü niyet iddiasının def'i değil itiraz olduğu, iddia ve müdafaanın genişletilmesi yasağına tabii olmaksızın her zaman ileri sürülebileceği ve mahkemece kendiliğin den (resen) nazara alınacağı ilkeleri 8.ll.l99l tarihli l990/4 esas l99l/3 sayılı İnançları Birleştirme Kararında kabul edilmiş, bilimsel görüşlerde aynı doğrultuda gelişmiştir. Öte yandan, şayet kısıtlı S. Adli Tıp Kurumundan elde edilecek rapora göre, ehliyetli olduğunun anlaşılması halinde ise, vekalet görevinin kötüye kullanılması iddiası yönünden 10.10.2007 tarihli ibraname başlıklı belgede gözetilerek inceleme ve araştırma yapılması gerekmektedir.Bilindiği üzere, Borçlar Kanununun temsil ve vekalet bağıtını düzenleyen hükümlerine göre, vekalet sözleşmesi büyük ölçüde tarafların karşılıklı güvenine dayanır. Vekilin borçlarının çoğu bu güven unsurundan, onun vekil edenin yararına ve iradesine uygun davranış yükümlülüğünden doğar. Borçlar Kanununda sadakat ve özen borcu, vekilin vekil edene karşı en önde gelen borcu kabul edilmiş ve 390/2. Maddesinde "vekil, müvekkiline karşı vekaleti hüsnüniyetle ifa ile mükelleftir..." hükmüne yer verilmiş, 6098 sayılı T.B.K 506/2. maddesinde ise " Vekil üstlendiği iş ve hizmetleri, vekalet verenin haklı menfaatlerini gözeterek, sadakat ve özenle yürütmekle yükümlüdür" şeklinde düzenlenmiştir. Bu itibarla vekil, vekil edenin yararına ve iradesine uygun hareket etme, onu zararlandırıcı davranışlardan kaçınma yükümlülüğü altındadır. Sözleşmede vekaletin nasıl yerine getirileceği hakkında açık bir hüküm bulunmasa veya yapılan işlem dış temsil yetkisinin sınırları içerisinde kalsa dahi vekilin bu yükümlülüğü daima mevcuttur. Hatta malik tarafından vekilin bir taşınmazın satışında, dilediği bedelle dilediği kimseye satış yapabileceği şeklinde yetkili kılınması, satacağı kimseyi dahi belirtmesi,ona dürüstlük kuralını, sadakat ve özen borcunu gözardı etmek suretiyle, makul sayılacak ölçüler dışına çıkarak satış yapma hakkını vermez. Vekil edenin yararı ile bağdaşmayacak bir eylem veya işlem yapan vekil değinilen maddenin birinci fıkrası uyarınca sorumlu olur. Öte yandan, vekil ile sözleşme yapan kişi Medeni Kanunun 3. maddesi anlamında iyi niyetli ise yani vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını bilmiyor veya kendisinden beklenen özeni göstermesine rağmen bilmesine olanak yoksa, vekil ile yaptığı sözleşme geçerlidir ve vekil edeni bağlar. Vekil vekalet görevini kötüye kullansa dahi bu husus vekil ile vekalet eden arasında bir iç sorun olarak kalır, vekil ile sözleşme yapan kişinin kazandığı haklara etkili olamaz.Ne var ki, üçüncü kişi vekil ile çıkar ve işbirliği içerisinde ise veya kötü niyetli olup vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını biliyor veya bilmesi gerekiyorsa vekil edenin sözleşme ile bağlı sayılmaması, Medeni Kanunun 2. maddesinde yazılı dürüstlük kuralının doğal bir sonucu olarak kabul edilmelidir. Söz konusu yasa maddesi buyurucu nitelik taşıdığından hakim tarafından kendiliğinden (resen) göz önünde tutulması zorunludur. Aksine düşünce kötü niyeti teşvik etmek en azından ona göz yummak olur. Oysa bütün çağdaş hukuk sistemlerinde kötü niyet korunmamış daima mahkum edilmiştir. Nitekim uygulama ve bilimsel görüşler bu yönde gelişmiş ve kararlılık kazanmıştır. Ne var ki, Mahkemece bu yönde yapılan araştırma ve incelemenin de hüküm kurmaya elverişli olduğu söylenemez.Diğer taraftan, işin esası bakımından araştırmaya girilmeden önce Mahkamece öncelikle yapılacak iş, kısıtlı S..'e, 2 yıl süreli olarak vasilerin atandığı ve bu sürenin 8.6.2012 tarihinde son bulduğu gözetilerek, sürenin uzatılıp uzatılmadığının araştırılması, uzatılmamış ise atanan vasilerin görevinin son bulacağı nedeniyle TMK'nun 405/2. maddesi uyarınca kısıtlı S..'e vasi atanmasının sağlanması ve onun huzuruyla yargılama yapılması bu şekilde taraf teşkili sağlandıktan sonra yukarıda açıklanan ilkeler doğrultusunda gerekli araştırma ve inceleminin yapılması, sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, eksik soruşturmayla yetinilerek yazılı olduğu üzere karar verilmiş olması doğru değildir. Davacı taraf vekilinin temyiz itirazları değinilen yönler itibariyle yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerden ötürü (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK.'nın 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 29.12.2012 tarihinde yürürlüğe giren Avukatlık Ücret Tarifesinin 14. maddesi gereğince gelen temyiz eden vekili için 990.00.-TL. duruşma avukatlık parasının temyiz edilenden alınmasına, 29.01.2013 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.