MAHKEMESİ : KOCAELİ 2. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİTARİHİ : 20/03/2007NUMARASI : 2005/273-75Taraflar arasında görülen davada; Davacı, kayden maliki oludğu .. ada .. parsel zemin + bodrum kat .. nolu bağımsız bölümünü 4.9.2002 tarihli muvazaa sözleşmesi gereğince davalıya gerçek iradelerinin dışında 9.9.2002 tarihinde satış suretiyle temlik ettiğini, daha önce açtığı dava sırasında " Hakem Heyeti Sözleşmesi" ve buna bağlı "Anlaşma M.." düzenlendiğini; ancak anılan davalının sözleşmelere rağmen tapu kaydının devrini sağlamadığını ileri sürüp; tapu iptali ve tescil isteğinde bulunmuştur.Davalı; çekişmeli taşınmazın temlikinin gerçek satış olduğunu, davacınında yandığı muvazaa sözleşmesinin "karşılıklı şarta bağlı taahhütname" niteliğinde bulunduğunu ve davacının yükümlülüklerini yerine getirmediğini belirterek, davanın reddini savunmuştur.Mahkemece, taraflar arasındaki işlemin inançlı işlem olduğu, davacının taahhütlerini yerine getirmediğinden karşı taraftan taahhüdünü yerine getirmesini istemeyeceği, buradan hareketle henüz tapu kaydının iadesinin zamanının gelmediği gerekçesiyle, davanın reddine karar verilmiştir. Karar, tarafların süresinde duruşma istekli temyiz edilmiş olmakla, duruşma günü olarak saptanan 3.7.2007 Salı günü için yapılan tebligat üzerine temyiz eden A.Gıda ve İht.Mad.Ltd.Şti.vekili Avukat C..Ç.. Av.H..T....ile yine temyiz eden vekili Avukat C...Ö..vek.Av:H..A...geldiler duruşmaya başlandı, süresinde verildiği ve kayıt olunduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra gelen vekillerin sözlü açıklamaları dinlendi, duruşmanın bittiği bildirildi, iş karara bırakıldı. Bilahare Tetkik Hakimi ... tarafından düzenlenen rapor okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelenerek gereği görüşülüp düşünüldü : - KARAR-Dava, tapu iptali ve tescili isteğine ilişkindir.Mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir.Dosya içeriği ve toplanan delillerden; dava konusu .. ada ..parsel ..nolu bağımsız bölümün 9.9.2002 tarihli akitle ve satış suretiyle davalıya temlik edildiği taraflar arasında bu taşınmazın kiraya verilmesi hususunda 29.8.2002 tarihinde kira sözleşmesi yapılmış olduğu, bilahare yine aynı taraflarca 4.9.2002 tarihli "Muvazaa Sözleşmesi" adı altında bir belge düzenlenerek imzalandığı ve aynı günlü Demirbaş Satış ve Devir sözleşmesi yapıldığı, daha sonra da 4.6.2003 tarihli "Hakem Heyeti Sözleşmesi" başlığını taşıyan ve keza bunun eki sayılan "Anlaşma Metni" başlıklı belhgeler düzenlendiği anlaşılmaktadır.Yukarıda değinilen belgeler ve olgular gözetildiğinde taraflar arasındaki ilişkinin ve çekişmenin inançlı işlemden kaynaklandığı görülmektedir. O halde, inançlı işlemin hukuksal yönden yapısına değinmekte fayda bulunduğu açıktır. Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan , onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder. Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar. Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır. Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır. Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez. Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan M.K.nun 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 23.5.1990 gün ve l990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir. Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (Borçlar Kanunu mad.81) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler.Buna dair akit hükümleri de Borçlar Kanununun 19 ve 20 maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ ifa uğruna edim “ olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamıyacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın;inanç sözleşmelerinin ,yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında,onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu;taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.Burada üzerinde durulması gereken husus,taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla,sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.Bilindiği üzere; uygulamada mesele,5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu,bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler”dışında,belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde ,mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup,halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamıyacağı ,zira Borçlar Kanununun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamıyacağı,meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Yasasının 18.maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta,nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile isbatının mümkün olduğuna,hükmolunmuştur.İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı,sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır.Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur.Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü,gerek işleyişi açısından,genelde muvazaa ,özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere;inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan,mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir.Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların isbatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. Bunun dışındaki bir kabul,hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.Somut olaya gelince; yukarıda belirtilen belgelerin 5.2.1947 tarih 20/6 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının öngördüğü belge niteliğinde oldukları tartışmasızdır.Öte yandan; Borçlar Kanununun 81.maddesi uyarınca kendi edimini ifa etmeyen kimsenin, karşı tarafı edimini ifaya zorlamayacağı da açıktır.Ne varki, mahkemece, davacının ediminin ne olduğu açıkça belirtilmeden ve hüküm yerinde tartışılmadan neticeye gidilmesinin usul ve yasaya uygun olduğu söylenemez.Hal böyle olunca; yukarıda değinilen ilkeler de gözetilmek suretiyle Borçlar Kanununun 81.maddesi uyarınca davacının ediminin ne olduğunun açıkça ortaya konulması gerektiğinde bu konuda bilirkişi incelemesi yaptırılması ve ifası gerekli bir edimin varlığının saptanması halinde, davacıya bu konuda önel verilmesi ve ondan sonra hasıl olacak sonuca göre karar verilmesi gerekirken eksik soruşturmayla yetinilerek yazılı olduğu üzere hüküm kurulmuş olması doğru değildir.Tarafların temyiz itirazları yerindedir.Kabulüyle hükmün açıklanan nedenden ötürü HUMK'nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, 13.12.2006 tarihinde yürürlüğe giren avukatlık ücret tarifesinin 14. maddesi gereğince gelen temyiz eden tarafların vekilleri için 500.00.-'er YTL. duruşma avukatlık parasının karşılıklı olarak alınıp birbirlerine verilmesine, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine,3.7.2007 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.