Anasayfa / İçtihat / Yargıtay Karar No : 7211 - Karar Yıl 2013 / Esas No : 4196 - Esas Yıl 2013





MAHKEMESİ : ESKİŞEHİR 2. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİTARİHİ : 28/12/2012NUMARASI : 2010/878-2012/571Yanlar arasında görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece davanın, kabulüne, karşı davanın ise reddine ilişkin olarak verilen karar davalı-karşı davacı vekilince yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;Asıl dava,inanç sözleşmesi hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil,mümkün olmadığı taktirde tazminat; karşı dava ise,çaplı taşınmaza elatmanın önlenmesi ve ecrimisil isteklerine ilişkindir.Mahkemece, tapudaki devir işleminin inanç sözleşmesine dayandığı, davalı-karşı davacı tarafından inkar edilen adi yazılı belgeyi, belgedeki imzası bulunan tanıkların doğruladıkları,kredi taksitlerinin davacı-karşı davalı tarafından ödenmekte olduğu gibi taşınmazın devredilmesine rağmen davacı-karşı davalının oturmaya devam ettiği,davalı-karşı davacının inanç sözleşmesinin gereklerini yerine getirmediği gerekçesiyle asıl davada tapu iptali ve tescil isteğinin kabulüne;karşı davanın ise reddine karar verilmiştir. Dosya içeriğinden ve toplanan delillerden; çekişme konusu 456 ada 33 nolu parselde bulunan 29 nolu bağımsız bölümün davacı-karşı davalı tarafından 12.11.2008 tarihinde davalı karşı davacıya satış suretiyle temlik edildiği anlaşılmaktadır. Davacı-karşı davalı; çekişme konusu 456 ada 33 nolu parselde bulunan 29 nolu bağımsız bölümün kendisi için davalı-karşı davacının Fortis Banka A.Ş. Eskişehir Şubesinden 04.12.2008 tarihinde 100.000,00.-TL kredi çekmesi nedeniyle teminat maksadıyla davalı-karşı davacıya 12.11.2008 tarihinde devredildiğini,davalı-karşı davacı ile aralarında düzenledikleri 25.11.2008 tarihli adi sözleşmede tarafların iradesinin teminat sözleşmesi olduğunu,kredi taksitlerinin kendisi tarafından ödenmekte olduğu halde davalı-karşı davacının 27.07.2010 keşide tarihli ihtar ile kendisinden kira parası talep ettiği gibi kendisi hakkında Eskişehir 4. Sulh Hukuk Mahkemesinin 2010/1216 Esasına kayıtlı kiralananın tahliyesi ve kira alacağı davası açtığını ileri sürerek tapu iptali ve adına tescile; yargılama aşamasında mümkün olmadığı taktirde keşfen saptanarak bilirkişi raporunda belirtilen taşınmazın 200.000,00.-TL değerinden bankadan kendisi için davalı-karşı davacı tarafından çekilen 100.000,00.-TL'nin mahsubu suretiyle bakiye 100.000,00.-TL tazminata karar verilmesini istemiş ve karşı davanın reddini savunmuş;davalı-karşı davacı ise aslı ibraz edilmeyen 25.11.2008 tarihli adi sözleşmedeki imzanın kendisine ait olmadığını,çekişmeli taşınmazın satış bedelinin davacı-karşı davalıya ödenmesi amacıyla bankadan100.000,00.-TL konut kredisi çektiğini, kredi taksitlerinin kendisi tarafından ödenmekte olduğunu, inançlı işlemin yazılı delille kanıtlanması gerektiğini öne sürerek davanın reddini savunmuş;karşı dava bakımından ise çekişmeli taşınmazı satın almasına rağmen, davacı-karşı davalının kira ilişkisine dayalı olarak taşınmazda oturmaya devam ettiğini ancak davacı-karşı davalının 2010 yılının Mayıs ayından itibaren aylık 700,00.-TL kira parasını ödemediğini, davacı-karşı davalı hakkında Eskişehir 4. Sulh Hukuk Mahkemesinin 2010/1216 Esasına kayıtlı kiralananın tahliyesi ve kira alacağının tahsili davası açtığını,mahkemenin 2010/1484 Karar sayılı kararı ile kira ilişkisinin ispatlanamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verildiğini, davacı-karşı davalının kira ilişkisini kabul etmediğini ve taşınmazda oturmaya devam ettiğini ileri sürerek, haksız işgali nedeniyle elatmanın önlenmesine ve ecrimisile karar verilmesini istemiştir. Dava dilekçesi içeriği ve iddianın ileri sürülüş biçimine göre, taraflar arasındaki hukuki ilişkinin teminat (karz) mukabili temlik, inançlı işlem olduğu sabittir. Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder. Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar. Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır. Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır. Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez. Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan M.K.nun 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 23.5.1990 gün ve l990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir. Öte yandan, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. 6098 sayılı TBK.nun 97.(818 sayılı BK. nun 81.) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler.Buna dair akit hükümleri de 6098 sayılı TBK.nun 26 ve 27.(818 sayılı BK. nun 19 ve 20.) maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ifa uğruna edim" olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamıyacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın;inanç sözleşmelerinin, yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu;taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.Burada üzerinde durulması gereken husus,taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla,sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.Bu tür uyuşmazlıklarda sorun, 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu,bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler”dışında,belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde ,mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup,halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamıyacağı, zira Borçlar Kanununun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamıyacağı,meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Yasasının 18.maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile isbatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı,sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. N-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur.Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü, gerek işleyişi açısından, genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere;inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan,mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir.Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların isbatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.Somut olaya gelince; yukarıda değinilen ilkeler gözetildiğinde, davalı-karşı davacının 25.11.2008 tarihli satış sözleşmesi başlıklı aslı ibraz edilemeyen fotokopi şeklindeki belgedeki imzayı inkar etmekle bu belgenin yukarıda açıklanan 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararında belirtilen anlamda inanç sözleşmesi niteliğini taşımadığı sonucuna varılmaktadır.Ancak, her ne kadar taraflar arasında yazılı bir belgenin varlığı kabul edilmemekte ise de, banka aracılığıyla davalı-karşı davacının hesabına çeşitli tarihlerde davacı-karşı davalı tarafından ödemelerde bulunulduğu ve kredinin bir kısmının bu şekilde kapatılmış olduğu, ayrıca ödemelere ilişkin banka dekontlarının da dosyaya ibraz edildiği sabittir.Davalı-karşı davacı kiralananın tahliyesi dosyasında, yapılan ödemelerin davacı-karşı davalının kendisine olan kira borçları nedeniyle olduğunu belirtmiş ancak bunu ispatlayamamıştır.Gerçekten de, taraflar arasındaki ilişki ve çekişmenin çözüme kavuşturulması bakımından yukarıda değinilen İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca yazılı belge ile ispatı gerekmekte ve fakat böylesine bir belgenin bulunmadığı anlaşılmakta ise de; davalı-karşı davacının bankadaki hesabına yatırılan paralara ilişkin dekontların bu ilişki ile bağlantılı olduğunun saptanması halinde güçlü delil teşkil edeceği ve çekişmenin giderilmesinde gözardı edilemeyeceği tartışmasızdır.Davacı-karşı davalının karşılıklı edimleri içeren inanç sözleşmesi iddiası ile sunduğu belgede taşınmazın tapu kaydının iptalini ve adına tescilini isteyebilmesi için Türk Borçlar Kanunu (Borçlar Kanunu'nun 81. maddesi) 97. maddesi uyarınca öncelikle kendi edimini yerine getirmesi zorunludur.Öte yandan, davacı-karşı davalı tarafından ibraz edilen 25.11.2008 tarihli satış sözleşmesi başlıklı fotokopi şeklindeki belgede taşınmazın davalı-karşı davacının bankadan çektiği kredi borcuna karşılık teminat olmak üzere devrinin ve borcun tamamen ödenmesi halinde mülkiyetin davacı-karşı davalıya iadesinin kararlaştırıldığı ancak bu süreçte davacı-karşı davalının bedelsiz oturması konusunda bir düzenlemeye yer verilmediği görülmektedir.Hemen belirtmek gerekir ki, davalı-karşı davacının TMK 683. maddesinden kaynaklanan mülkiyet hakkı bulunduğuna, çap iptale kadar geçerli olduğuna göre, kayda üstünlük tanınmak suretiyle davacı-karşı davalının haksız işgali nedeniyle elatmanın önlenmesi ve ecrimisil isteğinin haklı olduğu kuşkusuzdur.Hal böyle olunca, yukarıda belirtilen ilkeler doğrultusunda taraf delillerinin toplanması, eksikliklerin tamamlanması, inananın tapu kaydının iptalini ve adına tescilini isteyebilmesi için Türk Borçlar Kanunu'nun 97. maddesi (Borçlar Kanunu'nun 81. maddesi) gereği kendi edimini yerine getirip getirmediğinin saptanması, çap kaydı iptale kadar geçerli olduğuna ve henüz iptal edilmediğine göre, davalı-karşı davacının açtığı elatmanın önlenmesi ve ecrimisil davasının buna göre değerlendirilmesi gerekirken, yanılgılı gerekçe ve değerlendirmelerle yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir. Davalı-karşı davacı vekilinin, bu yönlere değinen temyiz itirazları yerindedir.Kabulü ile yerel mahkeme kararının (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK.'nın 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 08.05.2013 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.