MAHKEMESİ: ADANA 4. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİTARİHİ: 24/05/2007NUMARASI: 2004/1032-2007/193Taraflar arasında görülen davada;Davacı, kayden maliki olduğu dava konusu 234 parsel sayılı taşınmazını 4.11.2002 tarihli protokol doğrultusunda 5.11.2002 tarihinde davalıya temlik ettiğini, taşınmazı davalılardan aldığı kredinin teminatı olarak devrettiğini,taşınmazı 87.000 YTL’ye sattığını, kendisinin davalıya 164.583.761.280 TL ödediğini, aradaki farkın aylık %5.5 faizden kaynaklandığını, 4.11.2002 tarihli sözleşme sırasında teminat amaçlı bir bonoyu da davalıya verdiğini ileri sürerek 200.000 YTL bedelli bononun iptali ile dava konusu taşınmazın tapusunun iptal ve tescili isteğinde bulunmuştur.Davalı, davanın reddini savunmuştur.Mahkemece, 200.000 YTL’lik bononun bedelsiz kaldığına yönelik davanın takip edilmemesi nedeniyle HUMK’nun 409 md.gereğince işlemden kaldırılmasına, davacının protokol doğrultusunda aldığı 200.000 YTL borcu ödediğini ispat edemediğinden tapu iptal ve tescil davasının reddine karar verilmiştir.Karar, davacı vekili tarafından süresinde duruşma istekli temyiz edilmiş olmakla, duruşma günü olarak saptanan 3.6.2008 Salı günü için yapılan tebligat üzerine temyiz eden vekili Avukat A..E.. geldi davatiye tebliğe rağmen temyiz edilen vekili avukat gelmedi, yokluğunda duruşmaya başlandı, süresinde verildiği ve kayıt olunduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra gelen vekilin sözlü açıklamaları dinlendi, duruşmanın bittiği bildirildi, iş karara bırakıldı. Bilahare Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelenerek gereği görüşülüp düşünüldü: -KARAR-Davacı, borcunun teminatı olarak çekişmeli 234 parsel sayılı taşınmazın davalıya satış biçiminde 5.11.2002 tarihinde temlik ettiğini; aralarındaki 4.11.2002 tarihli sözleşme içeriğinin bunu doğruladığını borcun ödenmesine karşın taşınmazın iade edilmediğini ileri sürerek, tapunun iptalini adına tescilini; bononun iptalini istemiştir.Mahkemece, teminat senedinin, bedelsiz kaldığına yönelik davanın HUMK.409.maddesi gereğince işlemden kaldırılmasına; tapu iptali tescil davasının reddine karar verilmiştir.İddianın ileri sürülüş biçimi ve içeriğinden davada, inanç sözleşmesi iddiasına dayanıldığı açıktırBilindiği üzere ; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan , onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder. Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar. Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır. Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır. Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez. Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan M.K.nun 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 23.5.1990 gün ve l990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir. Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (Borçlar Kanunu mad.81) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler.Buna dair akit hükümleri de Borçlar Kanununun 19 ve 20 maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ ifa uğruna edim “ olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamıyacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın;inanç sözleşmelerinin ,yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında,onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu;taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.Burada üzerinde durulması gereken husus,taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla,sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.Bilindiği üzere; uygulamada mesele,5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu,bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler”dışında,belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde ,mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup,halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamıyacağı ,zira Borçlar Kanununun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamıyacağı,meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Yasasının 18.maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta,nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile isbatının mümkün olduğuna,hükmolunmuştur.İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı,sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır.Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur.Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü,gerek işleyişi açısından,genelde muvazaa ,özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere;inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan,mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir.Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.Somut olayda dosya arasında bulunan 4.11.2002 tarihli sözleşmenin yukarıda açıklanan ilkeler doğrultusunda yorumlandığında, inanç sözleşmesinin belgesi niteliğinde olduğu kabul edilmelidir.Belge de davalının ismi altında imzası yok ise de onun adına hareket eden ve eldeki davada da davalıyı vekil olarak temsil eden Özcan Doğan bu belgeyi tanık sıfatıyla imzalamıştır.Keza aynı kişi 5.11.2002 tarihli ve dava konusu taşınmazın temlikini sağlayan tapudaki işlemde davalı vekili olarak hareket etmiştir.Ayrıca, mahkemece bedelin ödenmesi konusunda davacıya önel verilmekle, iddianın inanç sözleşmesine dayalı olduğu anılan belgenin inanç sözleşmesinin belgesi olduğu kabul edilmiş, mahkeme kararı davalı tarafından gerekçeden temyiz edilmemekle bu olgu benimsenmiş bulunmaktadır.Esasen, soruşturma ve tanık beyanlarında bu doğrultudadır.Öte yandan bu tür sözleşmelerde yer alan vade, ancak tarihten sonradaki dönem için işleyecek olan faizi etkiler.Yoksa mülkiyet hakkını ve edim karşı edim olanağı ve ilişkisini ortadan kaldırmaz.Hal böyle olunca, mahkemece borcun gerçek miktarı ile ödenip ödenmediğinin yada ne kadarlık bölümün ödendiğinin saptanması bu konuda taraf delillerinin toplanması değerlendirilmesi, gerekliğinde kalan borç yönünden Borçlar Kanununun 81.maddesinin gözetilmesi bu konuda davacıya önel verilmesi, hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken, aksine düşüncelerle davanın reddedilmesi doğru değildir.Davacının temyiz itirazları yerindedir.Kabulüyle hükmün açıklanan nedenlerden ötürü HUMK:428.maddesi gereğince BOZULMASINA, 13.12.2007 tarihinde yürürlüğe giren avukatlık ücret tarifesinin 14. maddesi gereğince gelen temyiz eden vekili için 550.00.-YTL. duruşma avukatlık parasının temyiz edilenden alınmasına 3.6.2008 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.