Anasayfa / İçtihat / Yargıtay Karar No : 6806 - Karar Yıl 2012 / Esas No : 3819 - Esas Yıl 2012





MAHKEMESİ : BÜYÜKÇEKMECE 3. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİTARİHİ : 09/11/2010NUMARASI : 2008/702-2010/1276Yanlar arasında görülen tapu iptali ve tescil, alacak davası sonunda, yerel mahkemece davanın, tapu iptali ve tescil davasının reddine; alacak istemi yönünden kısmen kabulüne ilişkin olarak verilen karar davalı Ö.tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;Dava, vekalet görevinin kötüye kullanılması hukuksal nedeninden kaynaklanan tapu iptali ve tescil, olmadığı takdirde tazminat isteğine ilişkindir.Mahkemece, 185.731,71 TL bedelin davalı vekil Ö.'dan tahsiline karar verilmiş, hüküm yalnızca davalı Ö.tarafından temyiz edilmiştir.Dosya içeriği ve toplanan delillerden 23.02.2007 tarihinde davacı tarafından davalı Ö.'ın geniş yetkili olacak biçimde vekil tayin edildiği, daha sonra 02.10.2007 tarihinde azledilmesine karşın azilnamenin resmi yollardan vekile ve Tapu Sicil Müdürlüğüne bildirilmediği, anılan vekaletname kullanılmak suretiyle 18.12.2007 tarihinde temlik yapıldığı, davacı tanıklarının beyanlarına göre azil keyfiyetinden vekilin haberdar olduğu davalı Abdulvahab'ın mahkemece iyi niyetli kabul edildiği, davacının hükmü temyiz etmediği, taşınmazın ipotekli iken davalı A.'a satıldığı, mahkemece 14.10.2008 tarihinde tarafların delillerini bildirmeleri konusunda önel verildiği, “sonuçlarının hatırlatıldığı” denilmekle birlikte sonuçlarının ne olduğunun açıklanmadığı, verilen önel geçtikten sonra delil bildirdiği gerekçesiyle davalı Ö.'ın delillerinin toplanmadığı görülmektedir.Bilindiği üzere; davaların kısa zamanda sonuçlandırılması, adaletin bir an önce tecellisi için, taraflarca veya Mahkemelerce yapılması gereken bir kısım adli işlemler sürelere bağlanmıştır. Bu sürelerin bazılarını kanun bizzat belirlerken bir kısmını işin özelliğine, tarafların durumlarına göre belirlemesi için hakime bırakmıştır. Kanuni süreler, açıkca belirtilen ayrıcalıklar dışında kesindir. Bu nedenle HUMK.nun l59. maddesi açık hükmünde belirtildiği gibi, kanunun tayin ettiği süreler hakim tarafından azaltıp çoğaltılamaz. Buna karşın, aynı yasanın l63. maddesine göre hakimin belirlediği süreler ise kural olarak kesin değildir. Hakim tayin ettiği süreyi henüz dolmadan azaltıp çoğaltabileceği gibi, süre geçtikten sonra da tarafın isteği üzerine yeni bir süre tanıma yoluna da gidebilir. Bu takdirde verilen ikinci süre kesindir. Ancak, hakim kendi belirlediği sürenin kesin olduğuna da karar verebilir. Kesin sürenin tayin edilmesi halinde, karşı taraf yararına usulü kazanılmış hak doğacağı da kuşkusuzdur. Hemen belirtmek gerekir ki,ister kanun, isterse hakim tarafından tayin edilmiş olsun kesin süre içerisinde yerine getirilmeyen bir işlemin bu süre geçtikten sonra yerine getirilmesine yasal olanak yoktur. Böylece kesin sürenin kaçırılması, o delile veya hakka dayanamamak gibi ağır sonuçları birlikte getirmekte, bazan davanın kaybedilmesine dahi neden olmaktadır. Bu itibarla, geciken adaletin bir adaletsizlik olduğu düşüncesinden hareketle, davaların yok yere uzamasını veya uzatılmak istenmesini engellemek üzere konan kesin süre kuralı, kanunun amacına uygun olarak kullanılmalı, davanın reddi için bir araç sayılmamalıdır. Öncelikle, kesin süreye ilişkin ara kararı her türlü yanlış anlaşılmayı önleyecek biçimde açık ve eksiksiz yazılmalı, yapılacak işler teker teker belirtilmelidir. Bunun yanında verilen süre yeterli olmadığı, emredilen işler gerekli ve yapılabilir nitelik taşımalı, ayrıca hakim süreye uyulmamanın sonuçlarını açıkca anlatmalı, tarafları uyarmalıdır. Bunun yanında, kesin süre tarafların yanında hakimi de bağlayacağından, uyulmaması halinde gereği hakim tarafından hemen yerine getirilmelidir. Somut olayda, verilen önelin sonuçlarının ne olacağı açıklanmamış olması nedeniyle, yukarıda belirtilen ilkelere uygun olduğu söylenemez.O halde mahkemece, delillerini bildirmesi ve göstermesi için davalıya yeniden imkan tanınmalıdır.Öte yandan, BK 37. maddesinin 1. fıkrası “Mümessil kendi salahiyetinin hitam bulduğuna vakıf olmadığı müddetçe, temsil edilen yahut halefleri, bu salahiyet henüz baki imiş gibi onun muamelesi ile alacaklı veya borçlu olurlar” hükmünü içermektedir.Borçlar Kanunu'nun temsil ve vekalet bağıtını düzenleyen hükümlerine göre, vekalet sözleşmesi büyük ölçüde tarafların karşılıklı güvenine dayanır. Vekilin borçlarının çoğu bu güven unsurundan, onun vekil edenin yararına ve iradesine uygun davranış yükümlülüğünden doğar. Borçlar Kanunu'nda sadakat ve özen borcu, vekilin vekil edene karşı en önde gelen borcu kabul edilmiş ve 390/2 maddesinde "vekil, müvekkiline karşı vekaleti hüsnüniyetle ifa ile mükelleftir..." hükmüne yer verilmiştir. Bu itibarla vekil, vekil edenin yararına ve iradesine uygun hareket etme, onu zararlandırıcı davranışlardan kaçınma yükümlülüğü altındadır. Sözleşmede vekaletin nasıl yerine getirileceği hakkında açık bir hüküm bulunmasa veya yapılan işlem dış temsil yetkisinin sınırları içerisinde kalsa dahi vekilin bu yükümlülüğü daima mevcuttur. Hatta malik tarafından vekilin bir taşınmazın satışında, dilediği bedelle dilediği kimseye satış yapabileceği şeklinde yetkili kılınması, satacağı kimseyi dahi belirtmesi, ona dürüstlük kuralını, sadakat ve özen borcunu gözardı etmek suretiyle makul sayılacak ölçüler dışına çıkarak satış yapma hakkını vermez. Vekil edenin yararı ile bağdaşmayacak bir eylem veya işlem yapan vekil değinilen maddenin birinci fıkrası uyarınca sorumlu olur. Diğer taraftan, vekil ile sözleşme yapan kişi Medeni Kanunun 3. maddesi anlamında iyi niyetli ise yani vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını bilmiyor veya kendisinden beklenen özeni göstermesine rağmen bilmesine olanak yoksa, vekil ile yaptığı sözleşme geçerlidir ve vekil edeni bağlar. Vekil vekalet görevini kötüye kullansa dahi bu husus vekil ile vekalet eden arasında bir iç sorun olarak kalır, vekil ile sözleşme yapan kişinin kazandığı haklara etkili olamaz. Ne varki, üçüncü kişi vekil ile çıkar ve işbirliği içerisinde ise veya kötü niyetli olup vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını biliyor veya bilmesi gerekiyorsa vekil edenin sözleşme ile bağlı sayılmaması, Medeni Kanunun 2. maddesinde yazılı dürüstlük kuralının doğal bir sonucu olarak kabul edilmelidir. Söz konusu yasa maddesi buyurucu nitelik taşıdığından hakim tarafından kendiliğinden (resen) göz önünde tutulması zorunludur. Aksine düşünce, kötü niyeti teşvik etmek en azından ona göz yummak olur. Oysa bütün çağdaş hukuk sistemlerinde kötü niyet korunmamış daima mahkum edilmiştir. Nitekim uygulama ve bilimsel görüşler bu yönde gelişmiş ve kararlılık kazanmıştır. Hal böyle olunca öncelikle, davalıya delilerinin ibrazı konusunda yöntemine uygun önel ve kesin önel verilmesi, bildirilen delillerin toplanması ve taraf delilleri yukarıda açıklanan ilkeler doğrultusunda değerlendirilerek, hasıl olacak sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, tüm bu ilkeler gözetilmeden yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir.Davalı Ö.'ın temyiz itirazları yerindedir. Kabulüyle, hükmün açıklanan nedenler yönünden (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK.'nın 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 7.6.2012 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.