Kanun Detayı

Anasayfa / İçtihat / Yargıtay Karar No : 6554 - Karar Yıl 2013 / Esas No : 3541 - Esas Yıl 2013





MAHKEMESİ : AKÇAKOCA ASLİYE HUKUK MAHKEMESİTARİHİ : 17/10/2012NUMARASI : 2010/212-2012/532Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil,mümkün olmadığı taktirde tazminat davası sonunda, yerel mahkemece davalı Y. bakımından davanın kabulüne;davalı H.R. bakımından davanın reddine ilişkin olarak verilen karar davalı Y.vekilince yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi,Tetkik Hakimi .raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü; Dava, inanç sözleşmesine dayalı tapu iptali ve tescil,mümkün olmadığı taktirde tazminat isteklerine ilişkindir.Mahkemece, davalı Y.bakımından muvazaa olgusunun sabit olduğu gerekçesiyle davanın kabulüne;davalı H. R.bakımından dava konusu taşınmazla ilgili mevcut durumda bir kaydı olmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Dosya içeriğinden ve toplanan delillerden;mirasbırakan R.G.'ün 20.12.2009 tarihinde öldüğü,geriye mirasçı olarak eşi davacı A. ve kız çocukları A.N.ve K.'yi bıraktığı,139 ada 96 nolu parsel sayılı taşınmazda maliki olduğu 17 nolu bağımsız bölümü 13.04.2007 tarihinde davalı H.R. Y.'ya ;onun da 31.12.2009 tarihinde mirasbırakanın torunu davalı Yasin'e satış suretiyle temlik ettiği ve taşınmaz üzerinde Türkiye Halk Bankası A.Ş yararına 16.04.2007 tarihli 90.000,00.-TL değerinde 1.derece ipotek tesis edildiği anlaşılmaktadır.Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 179.maddesinde (HMK md.119) belirtildiği üzere maddi olayları bildirmek taraflara, aynı kanunun 75.maddesi (HMK md 25 ve 31) uyarınca hukuksal nitelendirmeyi yapmak hakime aittir. İddianın ileri sürülüş biçimi ve içeriği itibariyle yanlar arasındaki hukuksal ilişkinin inanç sözleşmesinden kaynaklandığı açık olmasına karşılık mahkemece yanılgılı değerlendirmeyle uyuşmazlığın muvazaa olarak nitelendirilmesi doğru değildir.Bilindiği üzere, inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder. Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır. Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır. Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez. Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan Türk Medeni Kanunu'nun 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel Kurulunun 23.5.1990 gün ve l990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir. Öte yandan, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (6098 sayılı TBK. nun 97.(818 sayılı BK.nun 81.)mad.) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler.Buna dair akit hükümleri de 6098 sayılı 6098 sayılı TBK. nun 26. ve 27.(818 sayılı BK.nun 19. ve20.) maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ ifa uğruna edim “ olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamıyacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın;inanç sözleşmelerinin ,yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında,onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu;taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.Burada üzerinde durulması gereken husus,taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla,sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.Bilindiği ve uygulamada mesele, 5.2.1947 tarihli 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Türk Medeni Kanunu'nun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu,bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler”dışında,belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde ,mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup,halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamıyacağı ,zira Borçlar Kanununun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamıyacağı,meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Yasasının 18.maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta,nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile isbatının mümkün olduğuna,hükmolunmuştur.İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı,sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. N.m. için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur.Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü,gerek işleyişi açısından,genelde muvazaa ,özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere;inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan,mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir.Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların isbatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir.Bunun dışındaki bir kabul,hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.Somut olaya gelince;davacı tarafından inançlı işlem hukuksal nedenine dayanıldığı,iddianın 05.02.1947 tarihli 20/6 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararı uyarınca yazılı delille kanıtlanamadığı,davacının dava dilekçesi ile delil listesinde açıkça yemin deliline dayanmadığı da gözetilmek suretiyle davanın reddine karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme yapılarak yazılı olduğu üzere hüküm kurulmuş olması doğru değildir. Kabule göre de;dava 7.500,00.-TL değer gösterilmek suretiyle açılmış, mahkemece yapılan uygulama sonucu çekişme konusu taşınmazın dava tarihindeki toplam değeri 67.500,00 TL olarak belirlenmiş,yargılama sırasında belirlenen bu değer üzerinden davacının veraset ilamındaki miras payı 1/4 oranı gözetilip dava değerinin 16.875,00 TL olduğu kabul edilerek buna göre harç ikmali yapılmıştır.İsteğin miras payı oranında olduğu gözetildiğinde, davacının veraset ilamındaki miras payı 1/4 oranında bulunduğuna göre, dava değerinin 16.875,00 TL olduğu kabul edilerek harcın buna göre hesaplanması gerekirken taşınmazın tamamının kıymeti üzerinden harcın tayini doğru olmadığı gibi harcı ikmal edilen 16.875,00 TL dava değeri üzerinden davacı yararına vekalet ücretine karar verilmesi gerekirken, keşfen belirlenen ve yargılama sırasında harcı ikmal edilmeyen 67.500,00.-TL olarak taşınmazın toplam değeri üzerinden fazla avukatlık parasına karar verilmiş olması da isabetsizdir. Davalı Yasin vekilinin, bu yönlere değinen temyiz itirazları yerindedir.Kabulü ile yerel mahkeme kararının (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK.'nın 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 30.04.2013 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.