MAHKEMESİ: TUZLA 2. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİTARİHİ: 22/02/2011NUMARASI: 2009/148-2011/87Yanlar arasında görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece davanın, reddine ilişkin olarak verilen karar davacı vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla, duruşma günü olarak saptanan 22.11.2011 Salı günü için yapılan tebligat üzerine temyiz eden vekili Avukat H.K.geldi, davetiye tebliğine rağmen temyiz edilenler vekili Avukat gelmedi yokluğunda duruşmaya başlandı, süresinde verildiği ve kayıt olunduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra gelen vekilin sözlü açıklamaları dinlendi, duruşmanın bittiği bildirildi, iş karara bırakıldı. Bilahare Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelenerek gereği görüşülüp düşünüldü:Dava, vekalet görevinin kötüye kullanılması ve muvazaa sebebiyle tapu iptali ve tescil olmadığı takdirde bedel isteğine ilişkin olup mahkemece kanıtlanamayan davanın reddine karar verilmiştir.Dosya içeriği ve toplanan delillerden, çekişme konusu 6826 parsel sayılı taşınmazın 140/6144 oranında paydaşı olan davacı F.'nin bu taşınmazın satışı konusunda 31.10.2003 tarihinde davalılardan N.'i vekil kıldığı ve taşınmazdaki bu payın davalılardan F.'ye ( aynı tarihte 31.10.2003) satış suretiyle devredildiği ve davacının kendisine bir bedel ödenmediği gibi vekilin kendisini zararlandırma kastı ile hareket ederek diğer davalı F.'ye temlik ettiğini, böylece vekalet görevini kötüye kullandığını ileri sürerek eldeki davayı açtığı anlaşılmaktadır.Bilindiği üzere; Borçlar Kanununun temsil ve vekalndiği üzere; Borçlar Kanununun temsil ve vekalet bağıtını düzenleyen hükümlerine göre, vekalet sözleşmesi büyük ölçüde tarafların karşılıklı güvenine dayanır. Vekilin borçlarının çoğu bu güven unsurundan, onun vekil edenin yararına ve iradesine uygun davranış yükümlülüğünden doğar.Borçlar Kanununda sadakat ve özen borcu, vekilin vekil edene karşı en önde gelen borcu kabul edilmiş ve 390/2 maddesinde "vekil, müvekkiline karşı vekaleti hüsnüniyetle ifa ile mükelleftir..." hükmüne yer verilmiştir. Bu itibarla vekil, vekil edenin yararına ve iradesine uygun hareket etme, onu zararlandırıcı davranışlardan kaçınma yükümlülüğü altındadır. Sözleşmede vekaletin nasıl yerine getirileceği hakkında açık bir hüküm bulunmasa veya yapılan işlem dış temsil yetkisinin sınırları içerisinde kalsa dahi vekilin bu yükümlülüğü daima mevcuttur. Hatta malik tarafından vekilin bir taşınmazın satışında, dilediği bedelle dilediği kimseye satış yapabileceği şeklinde yetkili kılınması, satacağı kimseyi dahi belirtmesi,ona dürüstlük kuralını, sadakat ve özen borcunu gözardı etmek suretiyle, makul sayılacak ölçüler dışına çıkarak satış yapma hakkını vermez. Vekil edenin yararı ile bağdaşmayacak bir eylem veya işlem yapan vekil değinilen maddenin birinci fıkrası uyarınca sorumlu olur.Öte yandan, vekil ile sözleşme yapan kişi Medeni Kanunun 3. maddesi anlamında iyi niyetli ise yani vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını bilmiyor veya kendisinden beklenen özeni göstermesine rağmen bilmesine olanak yoksa, vekil ile yaptığı sözleşme geçerlidir ve vekil edeni bağlar. Vekil vekalet görevini kötüye kullansa dahi bu husus vekil ile vekalet eden arasında bir iç sorun olarak kalır, vekil ile sözleşme yapan kişinin kazandığı haklara etkili olamaz. Ne varki, üçüncü kişi vekil ile çıkar ve işbirliği içerisinde ise veya kötü niyetli olup vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını biliyor veya bilmesi gerekiyorsa vekil edenin sözleşme ile bağlı sayılmaması, Medeni Kanunun 2. maddesinde yazılı dürüstlük kuralının doğal bir sonucu olarak kabul edilmelidir. Söz konusu yasa maddesi buyurucu nitelik taşıdığından hakim tarafından kendiliğinden (resen) göz önünde tutulması zorunludur. Aksine düşünce kötü niyeti teşvik etmek en azından ona göz yummak olur. Oysa bütün çağdaş hukuk sistemlerinde kötü niyet korunmamış daima mahkum edilmiştir. Nitekim uygulama ve bilimsel görüşler bu yönde gelişmiş ve kararlılık kazanmıştır. Somut olayda dava konusu taşınmazın resmi akitteki satış bedelinin 996 792 500 000 TL'sı yazılı olduğu halde, çekişme konusu edilen payı edinen F., bu payı 90 000 000 000 TL'ya aldığını belirtmiş ve böylece akitteki değerin gerçeği yansıtmadığını bildirmiştir. Oysa, mahkemece keşif neticesinde akit tarihindeki payın değerinin resmi akitte gösterilene çok yakın bir değer olarak tespit edilmiştir. Öyle ise, davalı F.'inin taşınmazı 90 000 000 000 TL'ya aldığı şeklindeki beyanı kendisini bağlar.Öte yandan; davalı F.'nin pay edindiği taşınmazın aynı zamanda paydaşı durumunda olup payın değerinin ne olduğunu ve olacağını bilen, bilmesi lazım gelen kişi konumundadır. Ayrıca, kendisine taşınmazı vekaleten satan N.'in de eşidir. Öyle ise, yukarıdaki ilkeler gözetildiğinde gerek vekil ve gerekse davalı F.'nin el ve işbirliği içerisinde hareket ederek davacıyı zararlandırdıkları tartışmasızdır. Diğer taraftan, taşınmaz bedelinin de davacıya ödendiği yazılı bir belge ile de kanıtlanmış değildir.Hal böyle olunca, davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirmelerle yazılı olduğu üzere hüküm kurulmuş olması doğru değildir.Davacının temyiz itirazları belirtilen nedenlerle yerindedir. Kabulüyle, hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK.'nın 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 3.10.2010 tarihinde yürürlüğe giren Avukatlık Ücret Tarifesinin 14. maddesi gereğince gelen temyiz eden vekili için 825.00.-TL. duruşma avukatlık parasının temyiz edilenlerden alınmasına, 30.5.2012 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.