ESAS NO : 2014/4129 KARAR NO : 2014/6104 MAHKEMESİ : MERSİN 2. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİTARİHİ : 12/02/2013NUMARASI : 2009/332-2013/40Taraflar arasında görülen tapu iptal ve tescil davası sonunda yerel mahkemece davanın reddine ilişkin olarak verilen karar davacı tarafından yasal süresi içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi ..’ın raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü.-KARAR-Dava; tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir.Davacı dava dilekçesinde; davaya konu 8 nolu bağımsız bölümün kayden maliki iken sitenin boya ve tadilat işlerini yapan davalılardan N.. G.. ile tanıştıklarını, 1,5 – 2 ay sonra Nurettin'in birkaç kişi ile oturduğu daireye gelerek dairenin tapuda devrini istediklerini, kaçıracakları, öldürecekleri, terör örgütü ile bağlantılı oldukları şeklinde silahla tehdit ettiklerini, darp ettiklerini ertesi günüde tapuya götürerek baskı ve tehdit altında adına tescilini sağladığını, polise gitmesini önlenmek amacıyla da 08/01/2009 tarihli, "protokol" adlı belgeyi imzalayarak verdiğini, protokol içeriğine göre anılan taşınmazı 4 ay sonra iade etmek üzere aldığını ifade ettiğini, ancak taşınmazı muvazaalı olarak kısa bir süre sonra diğer davalıya temlik ettiğini Mersin 3. Ağır Ceza Mahkemesinin 2009/203 Esasına kayıtlı dava ile davalı N.. G.. ve yanındaki kişiler hakkında ceza davası açıldığını ileri sürerek eldeki davayı açmış, mahkemece, çekişmeli taşınmazın davalıların cebir ve baskısı altında temlik edildiği iddiasının kanıtlanamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı tarafından temyiz edilmiştir.Dosya içeriği ve toplanan delillerden; çekişmeye konu kat irtifakı kurulu, 3915 parseldeki 8 nolu bağımsız bölüm davacı adına kayıtlı iken 06/01/2009 tarihli satış akdi ile davalı N.. G..'a temlik edildiği, N.. G.. tarafından hazırlanan ve imzası ile teyit edilen protokol başlıklı 08/01/2009 tarihli belgede; "G. D.'tan Mezitlideki evini 4 ay sonra vermek üzere aldığının, 4 ay sonra geri vereceğinin düzenlendiği halde, 20/01/2009 tarihli satış akdi ile diğer davalı İ.. G..'e satış yoluyla devredildiği anlaşılmaktadır.Hemen belirtilmelidir ki; MK’nun 76. maddesi hükmü gereğince maddi olayları bildirmek taraflara, hukuki nitelemeyi yaparak uygulanacak yasa hükmünü belirlemek hakime aittir. Bu durumda iddianın ileri sürülüş biçiminden ve Mersin Ağır Ceza Mahkemesinin 2009/203 Esas sayılı dava dosyasının içeriğinden özellikle davalı tarafın imzasını taşıyan 08/01/2009 tarihli protokol başlıklı belgeden; davada tehdit hukuksal nedeni yanısıra inançlı işlemden kaynaklı yolsuz tescil hukuksal nedenine de dayanıldığı açıktır. Bir dava da Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun, 11/04/1990 gün ve 1990/1-152, 1990/236 sayılı kararında da vurgulandığı üzere davada dayanılan maddi olaylar bakımından birkaç hukuki nedeninin bir arada gösterilmesinde ilke olarak usul ve yasaya aykırı bir yön yoktur. Önem derecesine göre bu nedenlerin sırayla araştırılması gerekir.Hemen belirtmek gerekir, dosya kapsamına göre tehdit hukuksal nedenine dayalı iddia yönünden davanın kanıtlanamadığı gerekçesiyle reddine karar verilmiş olmasında bir isabetsizlik yoktur. Davacının bu yöne değinen temyiz itirazları yerinde değildir. Reddine.Davacının öteki temyiz itirazlarına gelince; Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup alacak ve mülkiyet naklinin hukuki sebebini teşkil eder. Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, malvarlığına dahil bir şey veya hakkı aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar. Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır. Öte yandan, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (818 s. Borçlar Kanunu 818 s. Borçlar Kanununun (BK). m.; 6098 s. Türk Borçlar Kanununun (TBK) 97. m.) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de TBK'nin 26 ve 27. maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ ifa uğruna edim “ olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamayacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın, inanç sözleşmelerinin yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu; taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nispi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.Burada üzerinde durulması gereken husus, taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla, sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.Uygulamada uyuşmazlık, 05.02.1947 tarih, 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında,belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira TBK'nin 509. maddesindeki “Vekilin, kendi adına ve vekâlet veren hesabına gördüğü işlerden doğan üçüncü kişilerdeki alacağı, vekâlet verenin vekile karşı bütün borçlarını ifa ettiği anda, kendiliğinden vekâlet verene geçer.” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan TBK'nin 19. Maddesi kapsamında düşünülmesinin Kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.İçtihadı Birleştirme Kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü,gerek işleyişi açısından,genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.İçtihadı Birleştirme Kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların ispatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz. Somut olaya gelince; davacı davasında 08/01/2009 tarihli protokol başlıklı belgeye dayandığına göre anılan belgenin 05/02/1947 tarih, 20/6 sayılı içtihadı Birleştirme Kararı uyarınca değerlendirilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile neticeye gidilmiş olmasının doğru olduğu söylenemez.Hal böyle olunca; mahkemece yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde 08/01/2009 tarihli protokol başlıklı belgenin değerlendirilmesi ve İçtihadı Birleştirme Kararında öngörülen belge niteliğinde olduğunun mahkemece benimsenmesi halinde Türk Borçlar Kanunu 97. maddesi hükmü de gözetilmek suretiyle bir hüküm kurulması gerekirken eksik tahkikatla yetinilerek yazılı olduğu üzere karar verilmiş olması isabetsizdir. Davacının bu yönlere değinen temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK'un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 20.03.2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.