Anasayfa / İçtihat / Yargıtay Karar No : 6062 - Karar Yıl 2010 / Esas No : 2377 - Esas Yıl 2010





MAHKEMESİ : KARTAL 1. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİTARİHİ : 16/12/2009NUMARASI : 2007/101-2009/555Taraflar arasında görülen davada;Davacı, dava konusu 2512 ada 2 parsel sayılı taşınmazda bulunan C blok 52 nolu bağımsız bölümün evlilik birliği esnasında davacıya haricen satılmasına karşın kocası H.adına tapuda tescil edildiğini, kocası ve miras bırakanı H.’in de dava konusu bağımsız bölümü mirasçılarından mal kaçırmak amacıyla ve muvazaalı olarak davalıya devrettiğini ileri sürerek, dava konusu taşınmazın edinilmiş mal olduğunun tesbitini, muvazaa nedeniyle mal kaçırıldığından tapusunun iptali ile 1 / 2 payının adına tescilini, olmadığı takdirde tenkis isteklerinde bulunmuştur. Dava aile mahkemesine açılmış, muris muvazaası iddiasıyla açılan davaya bakma görevinin asliye hukuk mahkemesine ait olduğu gerekçesiyle görevsizlik kararı verilerek dosya asliye hukuk mahkemesine gönderilmiştir.Davalı, davalı taşınmazı tapuda bedeli karşılığı satın aldığını alım gücünün bulunduğu belirterek davanın reddini savunmuş, karşı davasında davacının dava konusu eve verdiği zararın tazmini isteğinde bulunmuştur.Mahkemece, ispat edilemeyen asıl davanın reddine karar verilmiştir. Karar, davacı vekil tarafından süresinde duruşma istekli temyiz edilmiş olmakla, duruşma günü olarak saptanan 28.5.2010 Cuma günü için yapılan tebligat üzerine temyiz eden asil S.E.ve vekili Avukat ......ile temyiz edilen vekili Avukat ....geldiler, duruşmaya başlandı, süresinde verildiği ve kayıt olunduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra gelen vekillerin sözlü açıklamaları dinlendi, duruşmanın bittiği bildirildi, iş karara bırakıldı. Bilahare Tetkik Hakimi.... tarafından düzenlenen rapor okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelenerek gereği görüşülüp düşünüldü:Dava, tapu iptal tescil, karşı dava ittihaz edilen tedbir nedeniyle uğranılan zararın tazmini isteğine ilişkindir.Mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir.Dosya içeriği ve toplanan delillerden , çekişme konusu taşınmazın kayden Hayrettin'e ait iken 23.2.2005 tarihinde satış suretiyle davalı Semahattin'e temlik ettiği anlaşılmaktadır.Davacı taşınmazı davalıya temlik eden H.'in kocası olduğunu esasen taşınmazın kendi teyzesi P.'a ait iken kocası H. ile birlikte yarı yarıya satın almak istediklerini ve bunu gerçekleştirmek için kayınbiraderi olan M.'a teyzesinin vekalet verdiğini ancak taşınmazın tamamının kocası H. adına sicil kaydının oluşturulduğu ve H. tarafından da kendisinden mal kaçırmak amacı ile arkadaşı olan davalıya satış suretiyle taşınmazı temlik ettiğini ileri sürerek eldeki davayı açmıştır.Mahkemece, taşınmazın davalıya temlikinin muvazaalı ve mal kaçırma amaçlı olmadığı gerekçesiyle reddine karar verilmiştir.HUMK'nun 76. maddesi hükümüne göre maddi vakıaları (olayları) bildirmek taraflara hukuki nitelemeyi yapmak ve uygulanacak yasal düzenlemeyi belirleyerek tatbik etmek mahkemeye aittir.İddianın ileri sürülüş biçimi ve dosya kapsamına göre davacının iddiasını iki hukuki sebebe dayandırdığı bunlardan birinin taşınmazın yarı yarıya tescil edilmesi gerekirken tamamının H. üzerine muvazaalı tescili işlemi olduğu, ikincisinin de muris muvazaasına ilişkin olduğudur.Her ne kadar davanın ilk açıldığı Aile mahkemesince tavsif muris muvazaası olarak benimsenmek suretiyle görevsizlik kararı verilmiş, iddialardan inançlı işleme görevsizlik kararında yer verilmemiş ve yüksek 2. Hukuk Dairesi de kararı bu şekliyle onaylamışsa da bu olgu açıkça bir irade beyanı olmadıkça inançlı işlem iddiasından vazgeçildiği veya isteğin daraltıldığı şeklinde yorumlanamayacağı gibi bu iddianın dinlenilmesine de mani teşkil etmez. Esasen muris muvazaası yanında inançlı işleme dayalı olarak açılan davalarında 4787 Sayılı Yasanın 4. maddesi hükmü gereğince Aile Mahkemelerinin görevi kapsamında bulunmadığı da tartışmasızdır O halde görevsizlik kararında yalnız muris muvazaasına değinilmiş olması neticeye etkili değildir.Buna göre 07(27) .10.2003 tarihli satıcı davacının teyzesi P.ve H.(H.) ile davacı arasında düzenlenen belgede taşınmazın 1/2'şer paylarla H. ile davacıya satıldığı belirtilmiş ve bu olgu taşınmazın ilk maliki olan P. tarafından tanık sıfatıyla alınan beyanıyla doğrulanmıştır. Buna göre davacının dayandığı ilk sebebin inançlı işlem olduğu sabittir.Bilindiği üzere, böylesi bir iddianın 05.02.1947 tarih 20/6 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı gereğince yazılı belge ile kanıtlanması zorunludur.Dosyaya ibraz edilen 07 (27).10.2003 tarihli belgenin de inançlı işlemin belgesi niteliğinde olduğunda tereddüt yoktur. O halde taşınmazın inançlı işleme dayalı olarak 1/2 payının davacıya ait olması gerektiği kabul edilmelidir. Şayet taşınmaz davalıya temlik edilmeyip de Hayrettin üzerinde olsaydı davanın bu pay yönünden kabul edilmesi gerekeceği açık idi. Ancak taşınmaz 3. kişi durumunda bulunan davalıya temlik edilmiştir. O halde 3. kişi durumundaki davalının ediniminde iyiniyetli olup olmaması önem ifade etmektedir.Diğer taraftan, H. üzerinde kalacak olan ve ona aidiyeti benimsenen 1/2 payın da temliki sebebiyle H.'in temlikteki iradesinin mal kaçırma amacı ile mi yoksa gerçek niyetinin satış mı olduğu konusunun da ortaya çıkarılmasında zorunluluk bulunmaktadır. Bir başka ifade ile ikinci el konumundaki son kayıt maliki bakımından iyiniyet kuralının bu yönden de geçerli olduğu ve önem arz ettiği tartışmasızdır.Hukukumuzda, diğer çağdaş hukuk sistemlerinde olduğu gibi kişilerin huzur ve güven içerisinde alış verişte bulunmaları satın aldıkları şeylerin ilerde kendilerinden alınabileceği endişelerini taşımamaları,dolayısıyla toplum düzenini sağlamak düşüncesiyle,alan kişinin iyi niyetinin korunması ilkesi kabul edilmiştir. Bu amaçla Medeni Kanunun 2.maddesinin genel hükmü yanında menkul mallarda 988 ve 989, tapulu taşınmazların el değiştirmesinde ise 1023.maddesinin özel hükümleri getirilmiştir. Öte yandan bir devleti oluşturan unsurlardan biri insan unsuru ise bunun kadar önemli olan ötekisi topraktır İşte bu nedenle Devlet, nüfus sicilleri gibi tapu sicillerinin de tutulmasını üstlenmiş,bunların aleniliğini (herkese açık olmasını) sağlamış,iyi ve doğru tutulmamasından doğan sorumluluğu kabul etmiş,değinilen tüm bu sebeplerin doğal sonucu olarakta tapuya itimat edip, taşınmaz mal edinen kişinin iyi niyetini korumak zorunluluğunu duymuştur.Belirtilen ilke M.K.nun 1023.maddesinde aynen "tapu kütüğündeki sicile iyi niyetle dayanarak mülkiyet veya başka bir ayni hak kazanan 3 ncü kişinin bu kazanımı korunur" şeklinde yer almış, aynı ilke tamamlayıcı madde niteliğindeki 1024.maddenin 1.fıkrasına göre "Bir ayni hak yolsuz olarak tesçil edilmiş ise bunu bilen veya bilmesi gereken 3 ncü kişi bu tesçile dayanamaz" biçiminde öngörülmüştür.Ne varki; tapulu taşınmazların intikallerinde, huzur ve güveni koruma, toplum düzenini sağlama uğruna, tapu kaydında ismi geçmeyen ama asıl malik olanın hakkı feda edildiğinden iktisapta bulunan kişinin,iyi niyetli olup olmadığının tam olarak tespiti büyük önem taşımaktadır.Gerçekten bir yanda tapu sicilinin doğruluğuna inanarak iktisapta bulunduğunu ileri süren kimse diğer yanda ise kendisi için maddi,hatta bazı hallerde manevi büyük değer taşıyan ayni hakkını yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalan önceki malik bulunmaktadır.Bu nedenle yüzeysel ve şekilci bir araştırma ve yaklaşımın büyük mağduriyetlere yol açacağı,kişilerin Devlete ve adalete olan güven ve saygısını sarsacağı ve yasa koyucunun amacının ilk bakışta,şeklen iyi niyetli gözükeni değil,gerçekten iyiniyetli olan kişiyi korumak olduğu hususlarının daima göz önünde tutulması,bu yönde tüm delillerin toplanıp derinliğine irdelenmesi ve değerlendirilmesi gerekmektedir. Nitekim bu görüşten hareketle "kötü niyet iddiasının def'i değil itiraz olduğu,iddia ve müdafaanın genişletilmesi yasağına tabii olmaksızın her zaman ileri sürülebileceği ve mahkemece kendiliğin den (resen) nazara alınacağı ilkeleri 8.ll.l99l tarih l990/4 esas l99l/3 sayılı İnançları Birleştirme Kararında kabul edilmiş, bilimsel görüşlerde aynı doğrultuda gelişmiştir. Diğer taraftan;uygulamada ve öğretide "muris muvazaası" olarak tanımlanan muvazaa,niteliği itibariyle nisbi (mevsuf-vasıflı) muvazaa türü dür. Söz konusu Muvazaada miras bırakan gerçekten sözleşme yapmak ve tapulu taşınmazını devretmek istemektedir. Ancak mirasçısını miras hakkından yoksun bırakmak için esas amacını gizleyerek, gerçekte bağışlamak istediği tapulu taşınmazını, tapuda yaptığı resmi sözleşmede iradesini satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi doğrultusunda açıklamak suretiyle devretmektedir. Bu durumda yerleşmiş Yargıtay İçtihatlarında ve l-4-1974 tarih 1/2 sayılı İnançları Birleştirme Kararında açıklandığı üzere görünürdeki sözleşme tarafların gerçek iradelerine uymadığından, gizli bağış sözleşmeside Medeni Kanunun 706, Borçlar Kanunun 213 ve Tapu Kanunun 26. maddelerinde öngörülen şekil koşullarından yoksun bulunduğundan, saklı pay sahibi olsun veya olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılar dava açarak resmi sözleşmenin muvazaa nedeni ile geçersizliğinin tesbitini ve buna dayanılarak oluşturulan tapu kaydının iptalini isteyebilirler. Hemen belirtmek gerekir ki; bu tür uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme ulaştırılabilmesi, davalıya yapılan temlikin gerçek yönünün diğer bir söyleyişle miras bırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılmasına bağlıdır. Bir iç sorun olan ve gizlenen gerçek irade ve amacın tespiti ve aydınlığa kavuşturulması genellikle zor olduğundan bu yöndeki delillerin eksiksiz toplanılması yanında birlikte ve doğru şekilde değerlendirilmeside büyük önem taşımaktadır. Bunun içinde ülke ve yörenin gelenek ve görenekleri, toplumsal eğilimleri, olayların olağan akışı, miras bırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul bir nedeninin bulunup bulunmadığı, davalı yanın alış gücünün olup olmadığı, satış bedeli ile sözleşme tarihindeki gerçek değer arasındaki fark, taraflar ile miras bırakan arasındaki beşeri ilişki gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır.Netice olarak bu ilkeler çerçevesinde somut olay değerlendirildiğinde davalı S.'in H.'in yakın arkadaşı olduğu, satış değeri ile gerçek değeri arasında aşırı fark bulunduğu, satış tarihi ile H.'in ölüm tarihi arasında kısa bir süre bulunduğu ve H.in terekesinden satış bedelinin çıkmadığı, esasen davalının kuyumcu olarak ticaretle iştigal ettiği ve taşınmazın ederini bilmesi gereken konumunda bulunduğu dosya kapsamı ile ve tanık ifadeleriyle sabittir.Öyleyse anılan bu olgular yukarıda değinilen ilkelerle birlikte değerlendirildiğinde davalının Türk Medeni Kanununun 1024. maddesi delaletiyle 1023. maddesinin koruyuculuğundan yararlanabileceği söylenemez.Hal böyle olunca, taşınmazın 1/2 payının inançlı işlem sebebiyle ve bakiye 1/2 payın da HUMK'nun 74. maddesi hükmü gereğince davadaki istekle bağlı kalınmak ve istek gözetilmek suretiyle davacının (TMK. 506/4 maddesi gereğince) mahfuz "saklı " payı oranında iptal ve tesciline karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu üzere hüküm kurulması doğru değildir.Davacının temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile kararın HUMK'nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, 24.12.2009 tarihinde yürürlüğe giren Avukatlık Ücret Tarifesinin 14. maddesi gereğince gelen temyiz eden vekili için 750.00.-TL. duruşma avukatlık parasının temyiz edilenden alınmasına,alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 28.5.2010 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.