Anasayfa / İçtihat / Yargıtay Karar No : 6004 - Karar Yıl 2015 / Esas No : 6302 - Esas Yıl 2014





MAHKEMESİ : GAZİOSMANPAŞA 1. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİTARİHİ : 08/10/2013NUMARASI : 2011/113-2013/366Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece davanın reddine ilişkin olarak verilen karar davacı vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi ....'ün raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;-KARAR-Dava, inançlı işlem, hile ve ikrah hukuksal nedenlerine dayalı tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir.Davacı,dava dışı oğlu Aycan'ın davalı şirkete borçlarını ödemek isterken yaşlı olduğundan kendisine kredi verilmeyeceği, bankadan kredi çekildikten sonra taşınmazın iadesinin yapılacağı yönünde davalı şirket yetkilisi Y... T... tarafından kandırılarak maliki olduğu 2632 ada 15 parsel sayılı taşınmazını dava dışı oğlu E.. Ö...e verdiği vekaletname ile davalı şirkete tapuda satış aktiyle bedelsiz temlik ettiğini, ayrıca davalı şirket yetkilisi Y... T..'ın "devri yapmazsan oğlunu yaşatmayacağım” şeklinde tehdit ettiğini ileri sürerek tapu iptali ile adına tesciline karar verilmesini istemiştir.Davalı, iddiaların doğru olmadığı gibi davacının oğlu Aycan'ın 135.000 TL borçlu olduğunu belirtip davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, davacının inançlı işleme dayalı iddiasını yazılı delille ispatlayamadığı gerekçesi ile davanın reddine ilişkin olarak verilen karar Dairece "... öncelikle, dosyada davacının oğlu Aycan'ın davalı şirkete olan borçlarını ödediğine dair fatura, çek ve sair belgelerin ve yanların arasındaki ilişkinin niteliği itibariyle yazılı delil başlangıcı kabul edilip edilmeyeceğinin karar yerinde tartışılması, kabul edilmediği taktirde davacıya inançlı işleme dayalı iddiasını kanıtlaması açısından yemin deliline başvurma hakkının olduğunun hatırlatılması, sonucuna göre anılan iddia bakımından bir karar verilmesi, bu yolla iddianın kanıtlanamaması durumunda ikrah ve hile hukuksal nedenlerinin sırasıyla incelenmesi gerekir." gereğine değinilerek bozulmuş, mahkemece bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonunda bilirkişi raporuna atfen davacının davalı firmaya 30.06.2005 tarihi itibarıyla 136.027,00 TL borcunun olduğu, davacı tarafından borcun ödendiğinin ispatlanamadığı, sözleşmenin hile ve ikrah ile yapıldığına ilişkin somut ve nedensellik bağına sahip bir delil de bulunmadığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.Dosya içeriğinden ve toplanan delillerden; davacının, maliki olduğu 2632 ada 15 parsel sayılı taşınmazını dava dışı oğlu E... Ö..'e 25.02.2005 tarihinde verdiği vekaletname ile davalı şirkete tapuda 02.03.2005 tarihli satış aktiyle temlik ettiği, davacının oğulları Aycan ve Ercan ile birlikte davalı şirket yetkilisi Yakup hakkında ölümle tehdit ve dolandırıcılık suçu nedeniyle şikayette bulunduğu, savcılık tarafından "hukuki ihtilaf" nedeniyle kovuşturmaya yer olmadığına karar verildiği,ceza kovuşturması sırasında, davalı şirket yetkilisi Yakup'un emniyette alınan 03.07.2006 tarihli ifadesinde "...davacının oğlu Aycan' ın 135.000 TL borcuna karşılık taşınmazın devredildiğini" beyan ettiği anlaşılmaktadır.Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder. Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar. Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır. Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır. Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez. Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan 4721 s. Türk Medeni Kanununun (TMK) 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 23.5.1990 gün ve l990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir. Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (818 s. Borçlar Kanunu 818 s. Borçlar Kanununun (BK). m.; 6098 s. Türk Borçlar Kanununun (TBK) 97. m.) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de TBK'nin 26 ve 27. maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ ifa uğruna edim “ olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamayacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde herhangi bir düzenleme olmamasına karşın, inanç sözleşmelerinin yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında,onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu; taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nispi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.Burada üzerinde durulması gereken husus,taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla, sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.Uygulamada mesele, 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır. Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira TBK'nin 509. maddesindeki “Vekilin, kendi adına ve vekâlet veren hesabına gördüğü işlerden doğan üçüncü kişilerdeki alacağı, vekâlet verenin vekile karşı bütün borçlarını ifa ettiği anda, kendiliğinden vekâlet verene geçer.” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan TBK'nin 19.maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü,gerek işleyişi açısından,genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere;inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların ispatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.Somut olayda;davalı şirket ile davacının oğlu Aycan arasında ticari ilişkiden kaynaklı düzenlenen fatura,tahsilat makbuzu,çek vb. belgeler ile davalı şirket tarafından sunulan alacaklarını gösterir liste yukarıda ifade edildiği şekilde davada dayanılan hukuki sebep yönünden delil başlangıcı niteliğindedir.Kaldı ki, davalı şirket yetkilisinin soruşturma aşamasındaki ifadesi ikrar niteliğindedir. Bilindiği üzere ikrar, 6100 sayılı HMK. nun 188. (1086 sayılı HUMK. nun 236. ) maddesinde düzenlenmiş olup, bu madde hükmüne göre, ikrarın, ikrarda bulunan taraf aleyhine delil teşkil edeceği, maddi bir hatadan olduğu anlaşılmadıkça ikrardan dönülemeyeceği, kesin delil niteliğinde bir ispat vasıtası olduğu tartışmasız olup, bu konudaki beyanları içeren soruşturma tutanaklarının da İçtihadı Birleştirme Kararı'nın aradığı belge mahiyetinde olduğu açıktır.Davacının bu iddiası, dinlenen ve birbirini doğrulayan yeminli tanık beyanları ile de belirlenmiştir. Hal böyle olunca; davada ileri sürülen inançlı işlem iddiasının gerçekleşmiş olduğu kabul edilerek, 6098 sayılı TBK. nun 97. (818 sayılı BK. nun 81.) maddesi hükmü de gözetilip yanlar arasındaki alacak ve borç miktarının açıklıkla saptanması, ödenip ödenmediğinin araştırılması, ödenmemiş ise saptanacak miktarın mahkeme veznesine depo ettirilmesi için önel verilmesi ve bu husus yerine getirildiğinde sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, değinilen hususlar göz ardı edilerek yazılı şekilde karar verilmiş olması doğru değildirDavacı vekilinin bu yönlere değinen temyiz itirazı yerindedir.Kabulü ile yerel mahkeme kararının (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK'un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, bozma nedenine göre öteki temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına,alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 22.04.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.