MAHKEMESİ : Beykoz 1. Asliye Hukuk MahkemesiTARİHİ : 03/12/2009NUMARASI : 2008/105-2009/309Taraflar arasında görülen davada; Davacı, kişisel garantisi altında davalı R.ile annesi N.arasında satış vaadi sözleşmesi yapıldığını, aktin imkânsız hale gelmesi üzerine bu sözleşmenin 20.3.1998 tarihli sözleşme ile feshedildiğini, bu sözleşmeye göre 30.4.1998 tarihine kadar 120000 dolar ödenmesi karşılığında teminat olarak verilen ve ödeme halinde tapuları kendisine iade edilmek koşulu ile adına kayıtlı olan 10910 parsel 19 nolu bağımsız bölümünün, 114 ve 116 parsellerdeki paylarının da davalılara teminat amaçlı temlik edildiğini, borcun ayın olarak ödendiğini ileri sürüp, tapu iptali ile tescil olmazsa bedelin ödenmesi isteğinde bulunmuştur. Davalılar, yetkisizlik itirazında bulunmuşlar ve davanın reddi gerektiğini savunmuşlardır.Mahkemece, davanın reddine dair karar Dairece “…davanın inanç sözleşmesine dayalı tapu iptal tescil olmadığı taktirde bedelin tahsili isteğine ilişkin olduğu, davadaki isteğin taşınmazın aynına yönelik olduğu, davaya taşınmazın bulunduğu yer mahkemesinde bakılması gerektiği,birbirinden ayrılması olanaksız olan ayın çekişmesi ile tazminat isteğinin ayrı mahkemelerde görülmesinin doğru olmadığı, bu nedenle yetki yönünden bir karar verilmesi gerektiği gerekçesiyle …”bozulmuştur. Hükmüne uyulan bozma ilamı gereğince davaya bakma görevinin Beykoz Asliye Hukuk Mahkemesine ait olduğu gerekçesiyle yetkisizlik karar verilmiş. Beykoz Asliye Hukuk Mahkemesince de yazılı belge ile ispat edilemeyen davanın reddine karar verilmiştir. Karar, davacı vekili tarafından süresinde duruşma istekli temyiz edilmiş olmakla, duruşma günü olarak saptanan 14.5.2010 Cuma günü için yapılan tebligat üzerine temyiz eden asil Atıf Şenel ile temyiz edilen vekili Avukat H.D. geldiler,duruşmaya başlandı, süresinde verildiği ve kayıt olunduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra gelen asilin ve vekilin sözlü açıklamaları dinlendi, duruşmanın bittiği bildirildi, iş karara bırakıldı. Bilahare Tetkik Hakimi.... tarafından düzenlenen rapor okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelenerek gereği görüşülüp düşünüldü:Dava inançlı işleme dayalı tapu iptal tescil olmazsa bedel isteğine ilişkindir. Mahkemece iddianın yazılı belge ile ispat edilememesi ve ispat külfeti kendisinde olan davacının teklif ettiği yemini davalının eda etmesi gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. bulunmadığı, H.e ait olduğu ve H.in temlik ettiği göHemen belirtilmelidir ki, 114 ve 116 parsellerin 1 / 2 payları davaya konu edilmiş ise de esasen anılan bu taşınmazların öncesinde davacı A.ın mülkiyetten kaynaklanan bir hakkı zetildiğinde davacının bu parsellere ilişkin davasının reddi bu gerekçe ile ve sonucu itibarıyla doğrudur. Bu yöne ilişkin davacının temyiz itirazları yerinde değildir. Reddine. Dosya içeriği ve toplanan delillerden, davacının kişisel garantisi altında bulunan R. Y.ile annesi müteveffa N. E.arasında 16.07.1997 tarihli satış vaadi sözleşmesi yapıldığını, bu sözleşmenin imkansız hale gelmesi üzerine 20.03.1998 tarihinde feshedildiği ve 20.03.1998 tarihli sözleşmeye göre 30.04.1998 tarihine kadar 120000 dolar ödenmesi karşılığında dava konusu taşınmazların teminat olarak davalı S.’a temlik edildiği görülmektedir. Davacı, dahili davalı R.tarafından davalıya devredilen taşınmazların bedellerinin borcu karşıladığını ileri sürerek taraflar arasındaki 20.03.1998 tarihli sözleşmenin feshi ile davalıya devredilen 10910 parsel sayılı taşınmazdaki 19 nolu bağımsız bölüm ile 114 ve 116 parsel sayılı taşınmazların 1 / 2 paylarının tapularının iptali ve adına tescili olmadığı taktirde bedel isteğinde bulunmuştur. Bilindiği üzere, inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan , onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder. Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar. Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır. Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır. Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez. Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan M.K.nun 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 23.5.1990 gün ve l990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir. Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (Borçlar Kanunu mad.81) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler.Buna dair akit hükümleri de Borçlar Kanununun 19 ve 20 maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ ifa uğruna edim “ olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamıyacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın;inanç sözleşmelerinin ,yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında,onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu;taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.Burada üzerinde durulması gereken husus,taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla,sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.Bilindiği üzere; uygulamada mesele,5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu,bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler”dışında,belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde ,mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup,halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamıyacağı ,zira Borçlar Kanununun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamıyacağı,meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Yasasının 18.maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta,nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile isbatının mümkün olduğuna,hükmolunmuştur.İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı,sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır.Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur.Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü,gerek işleyişi açısından,genelde muvazaa ,özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere;inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan,mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir.Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların isbatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir.Bunun dışındaki bir kabul,hem İçtihadı Birleştirme Kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.Somut olaya gelince; davacı ve davalının 20.03.1998 tarihinde düzenledikleri ve imzalarını taşıyan belgede yukarıda değinilen olguların teyit edildiği, bir başka ifadeyle aksi kanıtlanamayan bu belgenin davalıya mülkiyetin naklinin sebebini teşkil ettiği dosya kapsamı ile anlaşılmaktadır. Buna göre, taşınmazın satış suretiyle temellük edildiği yönündeki savunmaya itibar edilemez. Bu durumda 20.03.1998 tarihli belgenin taşınmazın sicil kaydının hangi sebeple davalıya intikal ettirildiğine ilişkin bir belge olduğu ve 05.02.947 tarih 20 / 6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının öngördüğü anlamda bir belge niteliğini taşıdığı açıktır. Oysa,mahkemece bu belgeye itibar edilmeden davacıya davalı tarafa yemin teklif etme hakkı hatırlatılarak davalının da yemini eda etmesi üzerine davanın kanıtlanmadığı gerekçesiyle reddine karar verilmesinin doğru olduğu söylenemez. Hal böyle olunca, anılan belgenin yukarıda değinilen İçtihadı Birleştirme Kararının öngördüğü kanıt niteliğinde olduğu gözetilerek yukarıda değinilen somut olayda izah edilen gayrimenkul satış vaadi sözleşmesine konu edilen bedelin ödenip ödenmediğinin araştırılarak Borçlar Kanununun 81. maddesi hükmüde gözetilmek suretiyle sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken yazılı olduğu üzere karar verilmiş olması doğru değildir. Davacının bu yöne değinen temyiz itirazları yerindedir. Kabulüyle hükmün HUMK’nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 14.5.2010 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.