MAHKEMESİ : DEVREKANİ ASLİYE HUKUK MAHKEMESİTARİHİ : 28/06/2010NUMARASI : 2009/36-2010/31Taraflar arasında görülen davada;Davacı, kayden maliki olduğu 763 parsel sayılı ve üzerinde un fabrikası ile akaryakıt istasyonu bulunan taşınmazını, un fabrikası kısmının ifraz edilerek kendisine iadesi şartıyla davalılara 03.10.2007 tarihinde satış suretiyle temlik ettiğini, bu konuda 02.10.2007 tarihinde düzenlenen sözleşmede ifraz ve iadenin teminatı olarak önce ipotek tesisi öngörülmüş ise de, bilahare sözleşmenin altına not düşülerek ipotek tesisi yerine teminat senedi verildiğinin belirtildiğini, davalı E.’in de temellük ettiği ½ payı 24.03.2009 tarihinde aynı şekilde diğer davalıya devrettiğini, daha sonra taşınmazın ifraz edilerek un fabrikası kısmının 771 sayılı parsel olduğunu, ancak iade yükümlülüğünün yerine getirilmediğini ileri sürerek, 771 parsel sayılı taşınmazın adına tespit ve tescilini istemiştir.Davalı E., iddiaların doğru olduğunu beyan etmiş, diğer davalı ise, davanın reddini savunmuştur.Mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir.Karar, davacı tarafından süresinde duruşma istekli temyiz edilmiş olmakla, duruşma günü olarak saptanan 24.04.2012 Salı günü için yapılan tebligat üzerine temyiz eden davacı asil N.. A.. ile vekili Avukat M..Y...geldiler, davetiye tebliğine rağmen temyiz edilen davalı asil E. S.. ile davalı Ö. A..G.. vekili Avukat gelmediler, yokluklarında duruşmaya başlandı, süresinde verildiği ve kayıt olunduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra gelen vekilin sözlü açıklamaları dinlendi, duruşmanın bittiği bildirildi, iş karara bırakıldı. Bilahare Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelenerek gereği görüşülüp düşünüldü: Dava, inançlı işlem hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkin olup; mahkemece, iddianın kanıtlanamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder. Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar. Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır. Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır. Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez. Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan M.K.nun 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 23.5.1990 gün ve l990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir. Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (Borçlar Kanunu mad.81) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de Borçlar Kanununun 19 ve 20 maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ ifa uğruna edim “ olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamayacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın; inanç sözleşmelerinin, yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edile gelen bir olgudur.İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu; taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.Burada üzerinde durulması gereken husus, taşınmaz mallar ya da şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla, sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.Açıklanmalıdır ki, uygulamada mesele, 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira Borçlar Kanununun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamıyacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Yasasının 18.maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile isbatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü, gerek işleyişi açısından, genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların isbatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.Somut olaya gelince; çekişmeli müfrez 771 parsel sayılı taşınmazın öncesini oluşturan 763 sayılı parselin, davacıya ait iken, 03.10.2007 tarihinde 1/2’şer paylarla davalı Ö. ile diğer davalı E.’e satış suretiyle temlik edildiği ve E.’in de edindiği ½ payı 24.03.2009 tarihinde paydaş olan diğer davalı Ö.’e aynı şekilde devrettiği kayden sabittir.Davacı, Maliyeye olan borçlarının davalılar tarafından ödenmesi karşılığında 763 parsel sayılı taşınmazın üzerinde akaryakıt istasyonu bulunan bölümünü davalılara sattığını, ancak maddi durumu uygun olmadığı için ifraz işlemini yaptıramadığını ve ifraz işleminin davalılar tarafından yapılması ve üzerinde un fabrikası bulunan bölümün tekrar kendisine iade edilmesi amacıyla davalı tarafa temlik ettiğini ileri sürerek, eldeki davayı açmış ve davalı E. ile aralarında yapılan “sözleşme” başlıklı 02.10.2007 tarihli belgeyi dosyaya sunmuştur.Anılan belgenin tetkikinde, davalılardan Ö.’i bağlayacak nitelikte imzasının bulunmadığı gözetildiğinde, Ö. yönünden bu belgenin 05.02.1947 tarih ve 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı’nın öngördüğü belge olarak kabul edilmesi olanaksızdır.Hemen belirtilmelidir ki; yazılı bir belgenin veya yazılı bir delil başlangıcının bulunmadığı durumda, iddia sahibinin son başvuracağı çare karşı tarafa yemin teklif etmedir. Dava dilekçesinde de “sair deliller” denildiği için anılan bu hususun yemin delilini de kapsadığı gerek öğretide gerekse yargısal uygulamalarda kabul edilmektedir. Buna göre, davacının davalı Ö.’e yönelik iddiasına ilişkin yazılı bir belge veya yazılı delil başlangıcı sayılacak herhangi bir delili bulunmadığından, davalı Ö.’e yönelteceği yemin delili hakkının bulunduğunun mahkemece hatırlatılması gerekirken, bu yön üzerinde durulmamış olması doğru değildir. Diğer davalı E. yönünden davacının iddiasına gelince; gerçekten de, E.’e yapılan pay temlikinin, özellikle üzerinde un fabrikası bulunan ve davaya konu edilen ve de sonradan ifrazla 771 sayılı parsel olan yer bakımından davacıyla E. arasında düzenlenen belgenin, 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararı gereğince, inançlı işlemin belgesi niteliğinde olduğu ve davalı E.’i bağlayacağı kuşkusuzdur. Bir başka ifadeyle anılan ve sonradan E. tarafından Ö.’e satılan payın E. üzerinde olması durumunda bu belgeye istinaden 1/2 pay bakımından davanın kabul edilmesi gerekeceği açıktır. Oysa somut olayda, anılan bu pay davalı Ö.’e temlik edilmiştir. Ö.’in 2. el durumunda bulunması sebebiyle ediniminde iyiniyetli olması halinde TMK.nun 1023. maddesi koruyuculuğundan yararlanacağı tartışmasızdır.Ancak, Ö.’in inançlı işleme dayalı olarak E.’e yapılan bu temlikten bihaber olduğunun kabulünün, dosya kapsamına ve toplanan delillere uygun düştüğü söylenemez. Zira, olayların gelişimi ve süreci gözetildiğinde davalı Ö., anılan bu işlemi TMK.nun 1024. maddesi hükmü uyarınca bilen veya bilmesi gereken kişi konumundadır.Öyle ise, Ö.’in E.’ten gelen ½ pay bakımından iyiniyetli olduğu kabul edilemez.Bu durum karşısında, 771 sayılı parselin 1/2 payı bakımından davanın kabulüne karar verilmesi gerekeceği de açıktır. Diğer taraftan, davacının iddiasında belirtilen Maliyeye olan ve davalı tarafça ödenmesi kararlaştırılan borcun ödendiği kabul edildiğinde, bu borcun akaryakıt istasyonunun üzerinde bulunduğu kısımla bağlantılı olup, müfrez çekişmeye konu parselle ilgisinin bulunmaması sebebiyle Borçlar Kanununun 81. maddesinin uygulanmasına da gerek olmayacağında kuşku yoktur.Öte yandan; kabule göre de, yargılama sırasında keşfen belirlenen değer üzerinden harcın tamamlanmadığı gözetilerek, dava dilekçesinde gösterilen değer itibariyle davalı Ö. lehine vekalet ücreti tayin ve takdiri gerekirken, fazla ücreti vekalete hükmedilmiş olması da isabetsizdir.Davacının temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile, hükmün açıklanan nedenlerden ötürü (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK.'nın 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 21.12.2011 tarihinde yürürlüğe giren Avukatlık Ücret Tarifesinin 14. maddesi gereğince gelen temyiz eden vekili için 900.00.-TL. duruşma avukatlık parasının temyiz edilenden alınmasına, 24.04.2012 tarihinde oy çokluğu ile karar verildi. - K A R Ş I O Y Y A Z I S I -Dava, inanç sözleşmesinden kaynaklanan tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.Davacı, 02.10.2007 tarihli sözleşmeye dayalı olarak 03.10.2007 tarihinde davalıya tapuda devrettiği taşınmazın, tapusunun iptali ile adına tescilini istemiştir.Davalı, iddianın yazılı belge ile kanıtlanması gerektiğini, davacının dayandığı belgede imzası bulunmadığını bildirerek davanın reddini savunmuştur.Mahkemece, davacı iddiası kanıtlanmadığından davanın reddine karar verilmiştir. Davacı vekili dava dilekçesinde, " tanık, bilirkişi incelemesi ve her türlü delile " dayanmış, 12.10.2009 tarihli delil bildirme dilekçesinde ise; 7 madde halinde delillerini tek tek detaylı bir şekilde bildirerek sınırlandırmış, 6 nolu delil olarak da "Her türlü yasal delille’ delillerini özgülemiştir. Yargılamanın hiç bir aşamasında yemin deliline dayandığını ileri sürmediği gibi, yemin delilinin hatırlatılması gerektiği yönünde bir iddiada da bulunmamıştır.Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder. Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar. İnanç sözleşmeleri tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerlidir, taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme olanağını verir.Bu tür uyuşmazlıkların çözümünde uygulanan, 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere; inançlı işleme dayalı olan davalar, şekle bağlı olmayan yazılı delille ispatlanabilir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem içtihadı birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hem de taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz. Her ne kadar, içtihadı birleştirmede, yazılı delil aranıyorsa da, kesin hüküm, kabul, ikrar ve yemin gibi diğer kesin delillerle de davanın ispatlanabileceği Yargıtay’ın istikrarlı uygulamasıdır.Davanın İnançlı işlem olarak nitelendirilmesi, iddianın yazılı belge ile kanıtlanması gerektiği konularında sayın çoğunlukla aynı görüşleri paylaşıyoruz, ancak delil listesi ile deliller sınırlandırılarak açıkça ‘yemin’ deliline dayanılmadığı halde dava dilekçesi ve delil listesinde dayanılan her türlü delil kapsamında yemin delilinin değerlendirilmesi ve yemin hakkının hatırlatılması yönündeki sayın çoğunluk görüşüne katılamıyoruz.Yemin; bir tarafın mahkeme önünde belirli bir vakıanın doğruluğu konusunda yasanın öngördüğü şekilde yaptığı beyandır. İspat yükü altında bulunan tarafın uyuşmazlığı çözüme bağlayıcı bir vakıa hakkında hasmına önerdiği yemine kesin yemin denmektedir.( 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK) m.225 (HUMK 345 md.) )Taraflardan birinin diğerine yemin önerisinde bulunabilmesi için öncelikle dava dilekçesinde ve delil listesinde yemin deliline başvuracağını açıkça belirtmiş olması gerekir (HUMK m. 179/III ve 195/1). Yeminin, ancak ispat yükü kendisine düşen kişi tarafından önerilmesi mümkündür ayrıca yemin, son çare olarak başvurulan bir delildir. Başka bir deyişle, yemin deliline başvurabilmek için öncelikle yemin önerisinde bulunanın ileri sürdüğü diğer delillerin incelenmesi ve bunların yeterli olmadığının anlaşılması gerekir.Hakimin, ispat yükü kendisine düşen tarafa yemin teklif etme hakkının bulunduğunu hatırlatıp hatırlatamayacağı konusunda gerek öğretide, gerekse Yargıtay kararları arasında farklı görüşler bulunmaktadır 3156 sayılı Kanun ile 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 179 ve 195. maddelerinde değişiklik yapılmadan önce Yargıtay kararlarında; dava veya cevap dilekçesinde yemin delili açıkça belirtilmiş veya taraf delil dilekçelerinde belirtilen delillerin yanında eğer "diğer deliller, ve sair deliller, tüm kanuni deliller" gibi bazı ifadeler kullanmışsa bu ifadelerin içine "yemin" delilinin de gireceğinden, hakimin yemini hatırlatması gerektiği ifade edilmekteydi. 1086 sayılı HUMK’ nun 179. maddesin de 26/02/1985 tarihinde 3156 sayılı kanun ile yapılan değişiklikten sonra, davacı, yemin delili dahil bütün delillerinin nelerden ibaret olduğunu dava dilekçesinde göstermesi gerektiği, dava dilekçesinde ki "sair (kanuni) deliller" tanımlamasının bir anlamının olmadığı, dava dilekçesinde buna benzer bir ifadeye yer verilmiş olsa dahi, açıkça yemin delili yazılı değilse, davacının davalıya yemin teklif edemeyeceği, dolayısı ile mahkemenin de davacıya yemin teklifine hakkı olduğunu hatırlatamayacağı öğretide de kabul edilmektedir. (Prof. Dr. Baki Kuru Hukuk Muhakemeleri Usulü 2001, c.VI, s.1629,2498 vd.) 3156 sayılı Kanundaki değişiklikten sonra Yargıtay'ın önceki görüşünün geçerliği kalmamıştır. Zira taraflar, dilekçelerinde dayandıkları kanıtların nelerden ibaret olduğunu açıkça belirtmek durumundadırlar. Yasal değişiklik, delillerin özgülenmesi (hasrı) durumunu ortaya çıkarmıştır. Böylece dilekçelerde yazılan "sair deliller" deyiminin bir anlamı kalmamıştır. Şu halde hakim, dilekçelerde açıkça yemin deliline dayanılmadığı takdirde, taraflara yemin önerme hakkını hatırlatamaz .Gerek 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununda, gerekse 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununda, mahkeme hakiminin yemin teklif etmek isteyip istemediğini taraflardan birisine hatırlatmak ödevi olduğunu gösteren bir hüküm bulunmamaktadır. Medeni usul hukukumuza hakim olan en önemli ilkelerden biri tasarruf ilkesidir. 6100 sayılı HMK'nun 24. maddesinde ve 1086 sayılı HUMK'nun 72. maddesine göre; "Hakim iki taraftan birinin talebi olmaksızın kendiliğinden bir davayı inceleyemez ve karara bağlayamaz." . Hiç kimse, kanunda açıkça belirtilmedikçe kendi lehine olan bir davayı açmaya veya hakkını talep etmeye zorlanamaz. Mahkemeler, özel hukuka ilişkin bir uyuşmazlığı kendiliklerinden çözmeye çalışmazlar. Taraf iradesine öncelik verilmesi ve tarafın talebinin esas alınması sadece davanın açılmasında değil, yargılama sırasında taraflara ait bir çok usul işleminde de kendisini gösterir. 1086 sayılı HUMK'nun 179/2,3 ve 5. bendi ve bu hükme benzer şekilde 6100 sayılı HMK'nun 119/e,f ve ğ bendleri ile HMK’nun 129/d,e ve f bentlerinde tarafların açık bir şekilde talep sonuçlarının, iddia ve savunmaları ile iddialarının ve savunmalarının dayanağı olan bütün vakıaları sıra numarası altında açık özetlerinin ve delillerinin nelerden ibaret olduğunun belirtilmesini, zorunlu kılmaktadır. İkinci olarak, 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 75. maddesi ile ayni yönde düzenleme getiren 6100 sayılı HMK’nun 25. maddesinde ‘taraflarca getirilme ilkesi ‘ kabul edilmiştir. Bu ilke gereğince kural olarak Hakim, kendiliğinden taraflarca ileri sürülmemiş vakıaları araştıramaz, dikkate alamaz ve onları hatırlatabilecek davranışlarda dahi bulunamaz. Bu ilkenin bir sonucu olarak, tarafların ileri sürmediği vakıaları ve belirli bir delili kendiliğinden araştıramaz ve taraflara hatırlatamaz. Taraflarca getirilme ilkesinin istisnaları, kamu düzenini ilgilendiren davalardır. Bu davalarda kendiliğinden araştırma ilkesi uygulanır. Ancak, eldeki dava kendiliğinden araştırma ilkesinin uygulandığı, kamu düzenini ilgilendirin bir dava değildir.Öte yandan, bu aşamada yemin tamamlanmış bir işlem değildir. Yani henüz yemin eda edilmemiştir, dolayısıyla tamamlanmış bir işlem bulunmamaktadır. HMK'nun 448. maddesi gereğince tamamlanmış işlemleri etkilememek kaydı ile bu kanun hükümleri derhal uygulanır. Bu durumda, somutlaştırma yükü ile ilgili HMK’nun 119/I-f bendi hükümleri ile yemine ilişkin hükümler derhal uygulanacaktır. Bu bilgilerin ışığında somut olaya bakıldığında, davacının delillerini somutlaştırdığı 12.10.2009 tarihli dilekçesinde ‘yemin’ deliline dayanmadığı, dilekçede " her türlür yasal deliller" ibaresinin bulunduğu, yargılama aşamalarında yemin deliline dayanıldığına ilişkin bir beyanın da bulunmadığı anlaşılmaktadır. Hal böyle olunca; resen araştırma ilkesinin geçerli olmadığı bir davada hakimin yada Yargıtay'ın davacının yerine geçerek onun dayanmadığı bir delili kullanmasına imkan vermek için kararın bozulması usul hukukunun temel ilkelerinden olan usul ekonomisi ilkesi, tasarruf ilkesi, taraflarca hazırlanma ilkesiyle, davanın ve delillerin somutlaştırma yüküne açıkça aykırı olacağından, davacının yemin deliline başvurabileceği yönündeki sayın çoğunluğun görüşüne katılamıyoruz.
Bilmeniz halinde fark yaratacak kararlar
Ceza Mahkemesi kararlarının hukuk mahkemesinde bağlayıcılığı
Taraflar
arasındaki "maddi tazminat" davasından dolayı yapılan yargılama
sonunda; Bandırma 2. Asliye Hukuk Mahkemesi'nce davanın kabulüne dair
verilen 17.12.2009 gün ve 2008/252 E. 2009/308 K. sayılı kararın
incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 4.
Hukuk Daires
DAVANIN İHBARI • İHBAR OLUNANIN HAK VE YETKİLERİ • DAVADA TARAF SIFATI
Taraflar arasındaki tazminat davasının yapıları yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne dair verilen", hükmün süresi içinde davalı vekili ve ihbar olunan A. İnş. Taah. San. Tic. Ltd.Şti vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:-KARAR
Avukatın yapamayacağı işler- ortak çalışan avukatlar da işi yasal olarak reddetmek zorundadır.
1136 Sayılı Avukatlık Kanunu'nun 38.maddesinde avukatın işi ret mecbureyetinde olduğu haller gösterilmiş, aynı maddenin (c) bendi; “Avukatın evvelce hakim, hakem, Cumhuriyet savcısı, bilirkişi veya memur olarak görev yapmış olmasını” işi reddetme sebebi olarak kabul etmiş, aynı maddenin son fıkrasın
Yargıtay
Yargıtay Karar Arama
Yargıtay Hukuk Dairesi Kararları Arama
Yargıtay Ceza Dairesi Kararları Arama
Yargıtay Karar Arama Nasıl Yapılır ?
Yargıtay Daire Bilgileri İle Dosya Sorgulama
Yargıtay Yerel Mahkeme Bilgileri İle Dosya Sorgulama
Yargıtay Kanunu
Yargıtay İş Bölümü
Yargıtay Haberleri
Karar Arama
Yargıtay Kararları
Yargıtay Hukuk Dairesi Kararları
Yargıtay Ceza Dairesi Kararları
BAM Kararları
Danıştay Kararları
Anayasa Mahkemesi Kararları
Uyuşmazlık MAhkemesi Kararları
Karar Arama Nasıl Yapılır?
Emsal Karar ve Emsal Karar Arama Nedir?
Yargıtay Karar Arama Nasıl Yapılır?
BAM Karar Arama Nasıl Yapılır?
Danıştay Karar Arama Nasıl Yapılır?
Anayasa Mahkemesi Karar Arama Nasıl Yapılır?