Anasayfa / İçtihat / Yargıtay Karar No : 2857 - Karar Yıl 2016 / Esas No : 12656 - Esas Yıl 2015





MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİDAVACILAR : ... V.D.DAVALILAR : ... V.D.DAVA TÜRÜ : TAPU İPTALİ VE TESCİLTaraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece asıl ve birleştirilen davaların reddine, birleştirilen 2010/180 sayılı davanın kabulüne ilişkin olarak verilen karar davacı ... ve ... ile davalı ... tarafından yasal süre içerisinde duruşma istekli temyiz edilmiş olmakla, duruşma günü olarak saptanan 08.03.2016 Salı günü için yapılan tebligat üzerine temyiz eden vekili Avukat ... ile davalılar ... vd. vekili Avukat ... geldiler, davetiye tebliğine rağmen diğer temyiz eden davacılar ... vd. vekili Avukat gelmedi, yokluğunda duruşmaya başlandı, süresinde verildiği ve kayıt olunduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra gelen vekillerin sözlü açıklamaları dinlendi, duruşmanın bittiği bildirildi, iş karara bırakıldı. Bilahare Tetkik Hakimi ... tarafından düzenlenen rapor okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelenerek gereği görüşülüp düşünüldü:-KARAR-Asıl ve birleştirilen davalar, inançlı işlem hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir. Asıl davada ve birleştirilen 2011/68 Esas sayılı davada davacı ..., kayden maliki olduğu 27217 ada 1 parsel sayılı taşınmazdaki 9 nolu bağımsız bölümü babası ...'in kredi çekebilmesi için onun kayınvalidesi olan davalı ...'ya, babası ...'a verdiği vekâletname ile satış suretiyle temlik ettiğini, kredi borcu bittiği halde taşınmazın iade edilmediğini ileri sürerek tapu kaydının iptali ile adına tesciline karar verilmesi isteğiyle eldeki davaları açmıştır.Birleştirilen 2010/180 Esas sayılı davada davacı ..., 26814 ada 15 parsel sayılı taşınmazdaki 14 ve 29 nolu bağımsız bölümleri müteahhitlik yapan ... ve ...'den harici satış sözleşmeleri ile satın aldığını, arsa sahiplerinden tapunun alınabileceği zamanda yurt dışında olduğu için ikinci eşi ...'e tapuları kendi adına almasının söylediğini, buna rağmen eşi ...'in 14 nolu dairenin kendi adına, 29 nolu dairenin ise annesi davalı ... adına tescilini sağladığını, daha sonra eşi ...'in 14 nolu bağımsız bölümü de kendisinden habersiz davalı ...'ya mal kaçırmak için devrettiğini, davalının alım gücü olmadığını, eşi ... evi terk edince yaptığı araştırma sonucunda temlikleri öğrendiğini ileri sürerek tapu kayıtlarının iptali ile adına tesciline karar verilmesini istemiştir.Birleştirilen 2011/82 Esas sayılı davada ise davacı ..., 26814 ada 15 parsel sayılı taşınmazdaki 14 dairenin kredi çekilebilmesi için eşi ... tarafından davalı ...'ya satış suretiyle temlik edildiğini, kredi borcu ödendikten sonra taşınmazdaki 14 ve 29 nolu dairelerin iade edilmediğini ileri sürerek tapu kayıtlarının iptali ile adına tescilini talep etmiştir. Davalılar ... ve ..., iddiaların asılsız olduğunu, yazılı belge ile kanıtlanması gerektiğini, dava konusu taşınmazların bedelleri ödenerek satın alındığını, kredi çekmek suretiyle satış bedelinin ödendiğini, kredi taksitlerini halen ödemekte olduğunu, davalı ... ile davacı ... arasındaki boşanma davasında baskı aracı olması için eldeki davaların açıldığını, davalı ...'in kayıt maliki olmadığını belirterek davanın reddini savunmuşlardır. Davalılar ... ve ..., müteahhidi oldukları taşınmazda davacı ...'a iki adet daire sattıklarını ve bedelini davacı ...'dan aldıklarını, tapuların ise arsa sahipleri üzerinden davacının gösterdiği kişiler olan eşi ... ile kayın validesi ...'a devrini sağladıklarını belirterek davanın reddini savunmuşlardır.Davalı ... ise, oğlu ...'in açtığı birleştirilen 2011/68 Esas sayılı davayı kabul ettiğini bildirmiştir.Mahkemece, asıl davada inançlı işleme dayalı davacı iddiasının ispat edilemediği, çekişme konusu 26814 ada 15 parsel sayılı taşınmazdaki 14 ve 29 nolu bağımsız bölümlerin davalı ... tarafından vekâlet görevi kötüye kullanılmak suretiyle temlikinin yapıldığı, tapu kayıt maliki olmayan davalı ...'ın kabulünün sonuç doğurmayacağı gerekçesiyle asıl dava ile birleştirilen 2011/68 ve 2011/82 Esas sayılı davaların reddine, birleştirilen 2010/180 Esas sayılı davanın kabulüne karar verilmiştir.Dosya içeriğinden, toplanan delillerden; çekişme konusu 27217 ada 1 parsel sayılı taşınmazdaki 9 nolu meskenin davacı ... adına kayıtlı iken 20.07.2005 tarihli akitle vekili ... tarafından davalı ...'ya satış suretiyle temlik edildiği, temlike konu 27.08.2002 tarihli vekâletnamenin dosya içinde bulunmadığı, satış ile aynı gün taşınmazın tapu kaydına ... lehine ipotek tesis edildiği anlaşılmaktadır.Öte yandan, 30.04.2002 tarihli adi yazılı sözleşme ile, yükleniciler ... ve ...'ın 26814 ada 15 parsel sayılı taşınmazdaki 14 nolu daireyi ... ...'a sattıkları, tapu devrinin Ekim 2002 tarihinde yapılmasının kararlaştırıldığı, yine 18.09.2002 tarihli sözleşme ile de, aynı kişilerin aynı taşınmazdaki 29 nolu bağımsız bölümü ...'e sattıkları, ödeme bittiğinde tapuda temlik edileceği konusunda anlaşmaya varıldığı, arsa sahipleri olan ... tarafından 21.01.2003 tarihli akitle 14 nolu dairenin davalı ...'e, ... vekili ... tarafından 03.06.2003 tarihli akitle de 29 nolu dairenin davalı ...'ya satış suretiyle temlik edildiği, 14 nolu bağımsız bölümü daha sonra davalı ...'in 22.02.2007 tarihli akitle annesi davalı ...'ya yine satış suretiyle temlik ettiği görülmektedir.Hemen belirtmek gerekir ki, tapu iptali ve tescil davaları kayıt malikine karşı açılır. Öyleyse dosya kapsamı ve özelikle, birleştirilen ... Asliye Hukuk Mahkemesinin 2011/82 Esas ve ... Asliye Hukuk Mahkemesinin 2011/68 Esas sayılı davaların kayıt malikine karşı açılmadığı, kayıt maliki olmayan davalı ...'ın kabulünün sonuca etkili olmayacağı gözetilerek her iki davanın reddine karar verilmiş olması doğrudur. Davacılar ... ve ...'ın bu yönlere ilişkin temyiz itirazları yerinde değildir. Reddiyle usul ve yasaya uygun olan hükmün bu yönlerden ONANMASINA, Davacılar ... ile ...'ın öteki ve davalı ...'nın temyiz itirazlarına gelince; bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan , onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder. Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar. Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır. Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır. Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez. Bu durumda; taşınmaz rehni bakımından geçerliliği olan 4721 s. Türk Medeni Kanununun (TMK) 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel Kurulu'nun 23.5.1990 günlü ve l990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir. Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir (818 s. Borçlar Kanunu 818 s. Borçlar Kanununun (BK). m.; 6098 s. Türk Borçlar Kanununun (TBK) 97. m.). Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de TBK'nin 26. ve 27. maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ ifa uğruna edim “ olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamayacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın, inanç sözleşmelerinin yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında,onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu;taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nispi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.Burada üzerinde durulması gereken husus,taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla,sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.Bilindiği üzere; uygulamada mesele,5.2.1947 tarihli 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında,belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira TBK'nin 509. maddesindeki “Vekilin, kendi adına ve vekâlet veren hesabına gördüğü işlerden doğan üçüncü kişilerdeki alacağı, vekâlet verenin vekile karşı bütün borçlarını ifa ettiği anda, kendiliğinden vekâlet verene geçer.” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan TBK'nin 19.maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü, gerek işleyişi açısından,genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere;inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların ispatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.Yukarıda açıklanan ilke ve olgular doğrultusunda somut olaya bakıldığında; asıl davada ve birleştirilen ... Asliye Hukuk Mahkemesinin 2010/180 Esas sayılı dosyada davacıların inançlı işleme dayalı iddialarını davalı ...'nın eli ürünü bir yazılı belge ile ispatlayamadıklarında kuşku yoktur. Bu yönde ibraz edilen 16.12.2005 tarihli belgede 27217 ada 1 parseldeki 9 nolu bağımsız bölümün kredi borcu bittiğinde asıl davanın davacısı ...'e iade edileceği belirtilmişse de bu belgede davalı ...'nın imzasının olmadığı da açıktır.Ancak, davacıların yazılı delil başlangıcı bulunduğu yönündeki iddiaları bakımından mahkemece, yeterli araştırma ve inceleme yapıldığını söyleyebilme olanağı yoktur. Tarafların kabulü ve tapu kayıtları kapsamı ile alım satım işlemleri sırasında kredi çekildiği, tapu kayıtlarına ipotek tesis edildiği sabittir.Hâl böyle olunca; yukarıda açıklanan ilke ve olgular gözetilerek iddia ve savunma doğrultusunda gerekli araştırma ve incelemenin yapılması, yazılı delil başlangıcı olabilecek nitelikteki her iki davaya konu taşınmazlar yönünden çekilen kredilere ilişkin banka kayıtlarının eksiksiz getirtilmesi, ödeme belgelerinin incelenmesi ve hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ve hatalı hukuki niteleme sonucunda yazılı olduğu üzere hüküm tesisi isabetsizdir. Davacı ... ve ... ile davalı ...'nın bu yönlere ilişkin temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerden (6100 sayılı Yasanın geçici 3. maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK.'nın 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 21.12.2015 tarihinde yürürlüğe giren Avukatlık Ücret Tarifesi gereğince temyiz eden taraflardan gelen davalı ... vekili için 1.350.00.-TL. duruşma vekâlet ücretinin temyiz edenden alınmasına, 08.03.2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.