MAHKEMESİ : AKÇAABAT 2. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİTARİHİ : 14/10/2009NUMARASI : 2009/109-2009/243Taraflar arasında görülen davada;Davacı Hazine, davalının kayden malik olduğu çekişmeli 371 ada, 10 sayılı parselin bir kısmının kıyı kenar çizgisi içinde kaldığını, devletin hüküm ve tasarrufu altında kalan yerlerin özel mülkiyete konu olamayacağını ileri sürerek kıyı kenar çizgisi içinde kalan kısmın tapu kaydının iptali ile terkinine karar verilmesini istemiştir.Davalı, çekişmeli taşınmazı tapu siciline güvenerek temellük ettiğini, mülkiyet hakkının ihlal edilemeyeceğini belirterek davanın reddini savunmuştur.Davanın kabulüne ilişkin önceden verilen karar Dairece; “….hazinenin tarafı olduğu, Gezici Arazi Kadastro Hakimliğinin 15/09/1956 tarih, 1956/28 Esas, 1956/184 karar sayılı tescil ilamı ve tescil krokisinin çekişmeli yere uygulanması, dava konusu yerin bu ilam kapsamında olup- olmadığının belirlenmesi, anılan ilam kapsamında kalmadığı saptanacak olursa, mahkemece belirlenecek kıyı kenar çizgisine değer verilmek suretiyle hüküm kurulması gereğine “ değinilerek bozulmuş, mahkemece bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonucunda davanın hak düşürücü süre nedeniyle reddine karar verilmiştir.Karar, davacı hazine tarafından süresinde temyiz edilmiş olmakla; Tetkik Hâkimi .. raporu okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldü.Dava, 3621 Sayılı Yasadan kaynaklanan tapu iptali isteğine ilişkindir.Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir.Dosya içeriği ve toplanan delillerden; tapulama çalışmaları sırasında 3 ve 9 sayılı parsellerin 1954 yılında üçüncü kişiler adına tespit edildiği, ancak hazinenin itirazı üzerine tutanaklarının kesinleşmediği ve görülen davalar sonucunda Akçaabat Gezici Arazi Kadastro Hakimliğinin 15.9.1956 tarih ve 28-184 sayılı kararıyla 3 sayılı parselin fen bilirkişi krokisinde (b) harfi ile işaretli 4232 m2 kısmının tarla niteliğiyle üçüncü kişiler adına tesciline karar verilerek 515 sayılı parsel altında 8.10.1957 tarihinde hükmen tescil edildiği, yine Akçaabat Gezici Arazi Kadastro Hakimliğinin 17.4.1957 tarih, 6/56 sayılı kararı ile 9 sayılı parselin fenni bilirkişi krokisinde (A) harfi ile gösterilen 1312 m2 bölümünün kumluk niteliğiyle Hazine adına tesciline karar verilerek 503 sayılı parsel altında 15.8.1957 tarihinde hükmen tescil edilip, bilahare hazinece 22.10.1958 tarihinde Türk Petrol ve Madeni Yağlar T.A.Ş.ne satıldığı ve 14.07.1967 tarihinde ifraz görerek 593 ila 598 sayılı parsellere ayrıldığı, bu ifraz parselleri ile 515 sayılı parselin 30.10.1970 tarihinde birleştirilerek oluşan 665 parsel sayılı taşınmazın aynı gün ifrazen çok sayıda parsele ayrıldığı, dava konusu 371 ada 10 parsel sayılı taşınmazın da bu ifraz parsellerinden olup, davalılar adına kayıtlı bulunduğu, davanın 23.02.2006 tarihinde açıldığı ve mahkemece yapılan uygulama sonucu uzman bilirkişilerce düzenlenen rapor ve krokiye göre, çekişmeli taşınmazın tamamının 28.11.1997 tarih 5/3 sayılı İnançları Birleştirme Kararı uyarınca belirlenen kıyı kenar çizgisine göre 3621 Sayılı Yasanın 4. maddesinde tanımı yapılan kıyıda kaldığı anlaşılmaktadır.O halde, 9 sayılı parselle ilgili görülen dava sonucunda 1312 m2 lik bölümünün kumluk vasfında olduğu belirlenmiş olmasına göre, bu niteliğiyle sicile bağlanmasına yasal olanak bulunmamasına karşın sicil kaydı oluşturulmuş ise de, bu kaydın temelinin illetten yoksun olduğu, bir başka söyleyişle yolsuz tescil sonucu oluştuğu, bu kayda hukuksal bir değer izafe edilemeyeceği, taşınmazın niteliği itibariyle, kumluk olması nedeniyle bunu görerek satın alan kişinin sicile bağlanamayacağını bilmesi gerekmesine göre iyiniyet kuralından yani Türk Medeni Kanununun 1023. maddesinin koruyuculuğundan da yararlanamayacağı açıktır. Esasen sözü edilen Gezici Arazi Kadastro Mahkemesinin tescil kararı, sicil oluşturulması ile tevhit ve ifraz işlemleri kadastro tespitinden sonra gerçekleşen olaylardır.Davaya bu açıdan bakıldığında; her ne kadar, çekişmeli taşınmazın kıyı-kenar çizgisine göre kıyıda kaldığı ve sonuçta devletin hüküm ve tasarrufu altında ve kamu malı niteliğinde özel mülkiyete konu olamayacak (Anayasanın 43, 3402 Sayılı Kadastro Yasasının 16/C maddesi gereğince) yerlerden olduğu keşfen saptanmış ise de; 25.2.2009 tarihinde kabul edilerek 14.3.2009 günü yürürlüğe giren 5841 Sayılı Yasanın 2.maddesi ile 3402 Sayılı Kadastro Kanununun 12. maddesinin 3. fıkrasına eklenen " bu hüküm, iddia ve taşınmazın niteliğine yahut Devlet veya diğer kamu tüzel kişileri dahil, tarafların sıfatına bakılmaksızın uygulanır” hükmü ile 3. maddesi ile eklenen geçici 10.maddesinin “bu kanunun 12. maddesinin 3. fırkası hükmü devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu iddiası ile yürürlük tarihinden önce açılmış ve henüz kesin hükme bağlanmamış olan davalarda dahi uygulanır” şeklindeki hükmü gözetildiğinde; kıyı içerisindeki kısmın, çekişmeli taşınmazın ilk tesis kayıtlarından olan 515 sayılı parsel kapsamında kalan bölümü varsa, bunun yönünden 3402 Sayılı Yasanın 12. maddesinde sözü edilen 10 yıllık hak düşürücü sürenin geçmiş olduğu, buna karşın 503 sayılı parsel kapsamında kalan kısmı var ise, bu bölüme anılan yasal düzenlemenin uygulanamayacağı açıktır.Hemen belirtilmelidir ki; kural olarak sonradan yürürlüğe giren yasa hükümlerinin ve İçtihadı Birleştirme Kararlarının kazanılmış hak (usulü müktesep hak) ilkesinin 28.6.1960 tarih, 21/9 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı gereğince istisnai niteliği gereği kesin hüküm halini almamış eldeki davalarda da gözetilmesi ve uygulanması gerekeceği tartışmasızdır. Öte yandan, yürürlüğe konulan hükümler kamu düzeniyle ilgili bulunduğundan ve re'sen gözetilmesi gerektiğinden somut olayda, aleyhe bozma yasağı ilkesinin de uygulanma yeri bulunmadığı izahtan varestedir.Hal böyle olunca; öncelikle Gezici Arazi Kadastro Mahkemesi’nin 15.9.1956 tarih ve 28/184 sayılı ilamıyla şahıslar adına tescile karar verilen yerlerin kapsamının ve neresi olduğunun belirlenmesi, bu kapsam içerisinde çekişmeli taşınmazın kıyı kenar çizgisine göre kıyıda kaldığı saptanan bölüm var ise, yukarıda belirtilen yasal düzenlemeler ( 5841 Sayılı Yasa) gözetilerek bu kısım yönünden davanın hak düşürücü süreden dolayı reddine, hazine adına kumluk olarak tescilden gelen ve sonradan temlik,ifraz-tevhit gibi işlemlerle gerçek kişilere ( davalılara) intikal eden yerler bakımından ise kadastrodan sonraki nedenlere dayanıldığından, bu hükmün uygulama yeri bulunmadığından davanın kabulüne karar verilmesi gerekir.Ancak, Mülkiyet hakkı gerek Anayasa ve yasalarla iç hukuk yönünden, gerekse Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve ek protokolleri ile kabul edilmiş temel haklardandır. (Anayasa Md. 35/1, AİHS Ek Prot. 1-1). Türk Medeni Yasasının 683. maddesinde de bir şeye malik olan kimsenin hukuk düzeninin sınırları içerisinde o şey üzerinde dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma yetkisi belirtilmiş, malikin malını haksız olarak elinde bulunduran kimseye karşı istihkak davası açabileceği gibi her türlü haksız el atmanın önlenmesini de dava konusu edebileceği hüküm altına alınmıştır.Öte yandan, Yargıtay İçtihatları Birleştirme Hukuk Genel Kurulunun 28.11.1997 tarih 5/3 Sayılı Kararında da ifade edildiği gibi, kıyılar doğal nitelikleri itibariyle herkesin kullanımına açık, diğer taraftan da bu nitelikleri nedeniyle özel mülkiyet alanı dışında ve özel mülkiyete konu olamayacak yerlerdir. Kıyılar, herhangi bir tahsis işlemine gerek olmaksızın doğrudan doğruya herkesin serbestçe yararlanmasına sunulmuş sahipsiz kamu mallarıdır. Bunun sonucu; kıyının zamanaşımı yoluyla kazanılması, tapu sicili hükümlerine bağlı tutulması, haczedilmesi mümkün değildir. Kıyılar, bu özelliklerinden dolayı Anayasanın 43.maddesinde ayrı bir bölümde düzenlenmiş, düzenlemede yukarıda sayılan nitelikler vurgulanmıştır.Bilindiği ve yukarıda sözü edilen yasa ve sözleşmelerin hakkı tanımlayan maddelerini takip eden fıkralarda ifade edildiği gibi, mülkiyet hakkı da kamu yararının bulunduğu hallerde sınırlandırılabilir veya tamamen kaldırılabilir.Ne varki, bu sınırlandırma veya kaldırma gerçekleştirilirken; T.C.Anayasasının 90/5.maddesi ile iç hukukun üstünde sayılan AİHS. Hükümlerince AİHM tarafından oluşturulan 30.5.2006 tarih 1262/02 sayılı kararda ifade edildiği üzere; “… bir kişiyi mülkünden yoksun bırakan bir önlemin…”, “kamu yararına meşru bir amaç gütmesi gerektiği…”, bu önlem alınırken “… başvurulan yollar ve gerçekleştirilmesi amaçlanan hedef arasında makul bir oransallık ilişkisi olması gerektiği…”, kişinin “… kişisel ve haddinden fazla yük taşıma zorunda kalması halinde gerekli dengenin kurulamayacağı…” açıktır.Diğer bir anlatımla, kamu yararı ile mülkiyet hakkından kısmen veya tamamen yoksun bırakılan kişinin hakkı arasında makul, kabul edilebilir, hak ve adalet dengesini sağlayacak bir oranın kurulması asıldır.Bu arada, üzerinde durulması gereken konulardan biri de; çekişme yaratılan tapu kaydına bağlanan ve böylece kişi adına mülkiyet hakkı oluşturulan kıyı kapsamındaki yere ait tapunun niteliğinin belirlenmesidir.Devlet tarafından verilen, doğru esasa ve geçerli kayda dayalı tapu ile sağlanan mülkiyet hakkına değer verileceği kuşkusuzdur. Böyle bir yer kıyı kapsamında kalmakla, temel vasfı yani kamu malı olma niteliği değişmemekle birlikte, kişinin söz konusu tapuya dayalı hakkının yukarıda ifade edildiği gibi korunması gerekeceği muhakkaktır. Aksi düşünce tarzının, devletin verdiği tapunun geçersizliğini ileri sürerek, hiçbir karşılık ödemeksizin iptalini istemesi, geçerli kayda dayalı mülkiyet hakkı ile bağdaşmayacağı gibi, devletin saygınlığını zedeler nitelikte bir tutum olacaktır.Bu durumda, kıyılar kamunun yararlanacağı yerlerden olup buralarda yukarda belirtilen nitelikte tapu kaydı oluşturulmuş ise tapunun iptalinde, Anayasanın 43., Tapu Kanununun 33., Kadastro Kanununun 16.maddesi gözönüne alınarak, kamu yararının bulunduğunun kabulü gerekir. Ancak, kişinin mülkiyet hakkı sona erdirilirken karşılıklı hak dengesinin sağlanması için mülkiyet hakkı sahibine tazmini nitelikte bir bedelin ödeneceği de kuşkusuzdur. Tazminatın nedeni yasa dışı bir işlemden değil, hak dengesinin sağlanmasından kaynaklandığından, taşınmazın tam değerini karşılaması da gerekli değildir. Bu düşünce, AİHM.’sinin bir kararında “…Ulusal hukuk ihlalin yol açtığı sonuçları tam olarak gidermeye imkan tanımıyorsa 41. madde AİHM.’ni uygun gördüğü adil bir tazminata hükmetmeye yetkili kılar…” şeklinde dile getirilmiştir.Hal böyle olunca, yukarıda belirtilen ilkeler doğrultusunda somut olay incelendiğinde, kamu yararı nedeni ile, Hazine adına kumluk olarak tescilden gelen davalının tapusunun iptal edilmesinden dolayı, davalının ancak, tazminat talebinde bulunabileceği belirtilmek suretiyle bir hüküm kurulması için karar bozulmalıdır.Öyleyse, davacı hazinenin temyiz itirazlarının açıklanan yönlere hasren kabulü ile hükmün açıklanan nedenden ötürü H.U.M.K’ nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, 3.3.2010 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.