Anasayfa / İçtihat / Yargıtay Karar No : 2330 - Karar Yıl 2010 / Esas No : 1003 - Esas Yıl 2010





MAHKEMESİ : TARSUS 1. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİTARİHİ : 02/10/2009NUMARASI : 2006/270-2009/534Taraflar arasında görülen davada; Davacı, davalı M. Y.. aldığı borcun teminatı olarak 549 sayılı parselini anılan davalıya devrettiğini ve aralarında inanç sözleşmesi düzenlediklerini, ancak davalının sözleşmedeki ödeme takvimini beklemeden taşınmazı danışıklı biçimde diğer davalı N.'e sattığını ileri sürerek tapu iptali -tescil istemiştir.Davalı M., davacının borcunu ödeyemeyeceğini kendisine bildirmesi üzerine taşınmazı sattığını belirtip davanın reddini savunmuş, karşı davası ile de asıl dava kabul edilecek olursa davacıya verdiği borç bedelinin kendisine ödenmek üzere depo edilmesini istemiştir.Davalı Nilgün ise , iyiniyetle taşınmazı satın aldığını savunmuştur.Mahkemece, davalının borcunu ödeyemeyeceğini bildirmesi üzerine taşınmazın satıldığı, ödediğinin de kanıtlanamadığı gerekçesiyle asıl davanın konusuz kaldığı gerekçesiyle de karşı davanın redlerine karar verilmiştir.Karar, davacı tarafından süresinde temyiz edilmiş olmakla; Tetkik Hakimi raporu okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, gereği görüşülüp, düşünüldü.Dava, inançlı işlemden kaynaklanan tapu iptali-tescil; karşı dava, alacak isteklerine ilişkindir.Dosya içeriği ve toplanan delillerden, çekişmeli 549 parsel sayılı taşınmazın davacı adına kayıtlı iken 1.2.2005 tarihinde davalı M..'a satış yoluyla devredildiği, aralarında aynı gün düzenlenen “sözleşme protokolü” başlıklı harici belgede, davacının davalı M.'tan aldığı 160.000 YTL.'lik borcun teminatı olarak taşınmazın devredildiğinin belirtildiği ve ödeme planına göre ilk ödemenin üç ay sonra yapılacağının kararlaştırıldığı; davalı M.'ın ise taşınmazı 15.3.2005 tarihinde diğer davalı N..'e sattığı görülmektedir. Bunun yanında, taşınmazın keşfen saptanan değeri üzerinden noksan harcın tamamlanması aşamasında, davacı vekilinin adli müzaharet konusunda ayrı mahkemede dava açtıklarını bildirdiği, sonrasında anılan davanın takip edilmemesinden dolayı işlemden kaldırıldığı da sabittir.Davacı, taşınmazını teminat amacıyla davalı M.'a devrettiğini, ancak M.ın ödeme gününü dahi beklenmeden taşınmazı danışıklı biçimde diğer davalıya aktardığını ileri sürerek eldeki davayı açmış, aşamalarda da borcunu ödediğini söylemiştir. Mahkemece, davacının borcunu ödediğini söylemesi nedeniyle kendisine borç miktarını depo etmesi yönünden süre verilmediği, oysa,borcun ödendiğinin kanıtlanamaması nedeniyle de davalı Nilgün'e yapılan satışın muvazaalı olduğu iddiasına girilmediği ve tanıkların dinlenmediği gerekçeleriyle davanın reddine karar verilmiştir.Bilindiği üzere, inançlı sözleşmeler inananın (itimat edenin) bir hakkını belirli bir süre veya amaçla inanılana (mutemede) geçirmeyi, inanılanın da inananın emir ve talimatlarına göre kullanıp amaç gerçekleşince veya süre dolunca hakkı tekrar inanana devretmeyi yüklendiği sözleşmeler olarak tanımlanabilir. İnançlı sözleşmelerdeki amaç gizlenmek, teminat, alacaklıdan mal kaçırmak, kanunların elverişsiz hükümlerinden kaçınmak, bir alacağın tahsili, malın idaresi gibi nedenler olabilmektedir. Uygulamada kredi sağlayan kurum ve kuruluşların istenilen miktarda ve süratte kredi vermemesi ihtiyaç sahiplerini bu kurum ve kuruluşların dışında kredi teminine zorlamakta ve verilen krediyi teminat altına alacak kefalet, ipotek, rehin gibi şahsi ve ayni teminatlar kredi veren kişi veya kişilerce yeterli görülmediğinden bu tür özel kişilerden alınan borç karşılığında taşınmazların teminat maksadıyle devredilmesi yoluna başvurulmaktadır. Hemen belirtilmelidir ki, bilimsel alanda karma inançlı işlem olarak nitelendirilen teminat maksadıyla devirler öteki inançlı işlemler gibi mülkiyeti inanılana nakleden geçerli işlemler olup bu işlemle inanılan bir malikin hak ve yetkilerini kazanır ise de inanç sözleşmesinde kararlaştırılan yükümlülüklerini, özellikle inançlı işlem sona erdikten, başka bir anlatımla borç ödendikten sonra inanç konusunu inanana iade etme borcunu yerine getirmesi gerekir. İnanılan en başta gelen bu yükümlülüğünü yerine getirmediği takdirde inanan, inanç sözleşmesinden doğan borcunu tamamen ödemek suretiyle inanç konusunun kendisine iade edilmesini her zaman isteyebilir.İnanan, inanç sözleşmesinden kaynaklanan bu kişisel hakkını ancak akidine karşı ileri sürebilmekte, inanç konusunun üçüncü kişilere devredilmesi halinde kural olarak onlardan istiyebileceği bir hakkı bulunmamaktadır. Ancak inanılan ile üçüncü kişinin, inananın inanç borcunu tekrar alma hakkını ortadan kaldırmak amacıyla el ve düşünce birliği içerisinde muvazaalı bir işlem (sözleşme) yapmaları halinde inananın söz konusu sözleşmenin muvazaa nedeniyle geçersiz olduğundan bahisle üçüncü kişi aleyhine dava açabileceği de kuşkusuzdur. İnançlı işlem inanç sözleşmesine dayandığından, sözleşmelere ilişkin zaman aşımı hükümlerinin inançlı işlemlere de uygulanacağı, bu sürenin inançlı işlemin türüne göre kıyasen tatbik edilecek vekalet ve rehin hükümlerine göre belirleneceği gerek uygulamada gerekse doktirinde baskın görüş olarak benimsenmektedir. Ne var ki, zaman aşımı süresinin başlaması için inanç ilişkisi sona ermeli veya alacak muaccel hale gelmelidir. Bu itibarla inanç sözleşmesi sona ermediği, inanç konusu inanılanda, alınan para inananda kaldığı sürece zaman aşımı süresinin başlamasına olanak yoktur. Açıklanan kuralın doğal sonucu olarak taraflar borcun ödenmesi için bir süre kararlaştırmış ve borç bu süre içerisinde ödenmemiş olsa dahi inanç ilişkisi devam ettiğinden inanç konusunun iadesi için dava açılabilir. İnanılan, kararlaştırılan sürenin geçtiğinden bahisle inanç konusunu iade etme yükümlülüğünün sona erdiğini savunarak iade borcunu yerine getirmemezlik yapamaz. Keza kararlaştırılan süre içerisinde borcun ödenmemesi halinde inanç konusunun inanılana geçeceği, inananın dava açamıyacağı yönünde inananın müzayakasından yararlanılarak sözleşmeye konulan böyle bir koşul T.M.K.nun 873 ve 863 maddelerinin buyurucu hükümlerine aykırı düşeceğinden geçersiz olup, sözleşme serbestisi kuralına dayanılamaz. Aksinin kabulü halinde borç veren borç alanın darda kalmasından yararlanarak daima inanç sözleşmelerine böyle bir hüküm koymak suretiyle söz konusu madde hükümlerinden kurtulma ve borç verdiği kişinin malını veya hakkını çok az bir bedel ile eline geçirme , onu istismar etme olanağını elde etmiş olur ki, bu husus sözleşme hukukunun genel prensiplerine, ahlaka, kanun koyucunun amacına ters bir sonuç doğurur ve tefeciliği teşvik eder. Nitekim böyle sözleşmelerin batıl olduğu B.K.nun 19. ve 20. maddelerinde hükme bağlanmıştır. Öte yandan, HUMK.'nun 468. maddesinde, adli müzaharetin davanın görüleceği mahkemede yazılı veya sözlü olarak talep edilebileceği; 469. maddesinde, bu talebin yargılama sırasında da ileri sürülebileceği belirtilmiştir.Hal böyle olunca, yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde ilk önce HUMK.'nun 465. v.d. maddeleri uyarınca davacı vekilinin adli müzaharet talebi karara bağlanıp harç konusunun halledilmesi; ondan sonra, davacının aldığı borcu ödeyip ödemediğinin yemin de dahil gösterilen deliller değerlendirilmek suretiyle açıkça saptanması; ödenmediğinin anlaşılması halinde, davacının karşılıklı edimleri içeren inanç sözleşmesine dayanarak inanç konusu taşınmazın tapu kaydının iptalini ve adına tescilini isteyebilmesi için B.K.'nun 81. maddesi uyarınca öncelikle kendi edimini yerine getirmesi zorunluluğu gözetilerek kendisine borç bedelini depo etmesi için süre tanınması, depo edildiği takdirde ikinci el konumundaki davalı Nilgün'ün iyiniyetli bulunup bulunmadığının tespiti bakımından, davalı Murat ile el ve işbirliği içerisinde hareket edip etmediğinin, aralarındaki işlemin danışıklı olup olmadığının toplanmış ve toplanacak tüm delillerle açıklığa kavuşturulması ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu üzere hüküm kurulması isabetsizdir.Davacının temyiz itirazı açıklanan nedenlerden ötürü yerindedir. Kabulüyle, hükmün HUMK.'nun 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 3.3.2010 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.