MAHKEMESİ : IĞDIR 2. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİTARİHİ : 02/05/2007NUMARASI : 2004/396-2007/84Taraflar arasında görülen dava ve birleştirilen davalarda;Davacılar F... ve L., kök muris H. B...'tan intikal eden 38 ada 1 parsel sayılı taşınmazdaki paylarının muris anneleri C. tarafından velayeten ve vekaleten kardeşleri olan davalı M...'e devredilmesinde velayet ve vekalet yetkisinin kötüye kullanıldığını, anneleri C...'nin kendi payını devrinde de mahfuz hisselerinin bertaraf edilme kastı bulunduğunu, işlemin muvazaalı olduğunu ileri sürerek, tapu iptali-tescil istemişler; davacılar H..., S... ve Z.... da birleştirilen davalarında anneleri C...'nin payını devrinin saklı paylarına tecavüz kastı taşıdığını ileri sürerek muvazaa nedeniyle tapu kaydının iptalini istemişler; ayrıca tüm davacılar davalı M....'in diğer davalı E...'e, onun da diğer davalı Ö.e yaptığı devirlerin de el ve işbirliği içinde gerçekleştirildiğini belirtmişlerdir.Davalılar M...ve Ö.... davaların reddini savunmuşlar, diğer davalı E...davaya cevap vermemiştir.Mahkemece, tüm davacıların taşınmazın devrine ilişkin resmi akitte yer aldıkları, iddialarını yazılı delille kanıtlayamadıkları, yemin haklarını da kullanmadıkları gerekçesiyle kanıtlanamayan davaların reddine karar verilmiştir.Karar, bir kısım davacılar tarafından süresinde temyiz edilmiş olmakla; Tetkik Hakimi raporu okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, gereği görüşülüp, düşünüldü. -KARAR-Dava, tapu iptali-tescil ve tenkis isteklerine ilişkindir.Mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir.Dosya içeriği ve toplanan delillerden, çekişme konusu 38 ada 1 parsel sayılı taşınmazın kök miras bırakan Z......’e ait iken ölümüyle tek mirasçısı H.. B...’a kaldığı, H...’ın da 8.12.1984’de öldüğü, mirasçıları olan karısı C.... B.....’ın kendi adına asaleten, küçük kızı F.....’ya velayeten, kızları H.... ve L....’ya da vekaleten, diğer çocukları M...., Semra, Z.... ve N.... da kendi adlarına asaleten hareketle 18.4.1988 tarihli akitte taşınmazı üzerlerine intikal ettirip iştirak halindeki mülkiyeti müşterek mülkiyete çevirdikten sonra, anne C...nin kendi payı ile kızları F...., H..... ve Leyla’nın paylarını, diğer kızları S....., Z..... ve N... da kendi paylarını tek erkek çocuk M.....’e satış yoluyla devrettikleri; taşınmazın tamamının maliki haline gelen M....’in anılan taşınmazı 17.2.1995 tarihinde yanında çalışan işçisi E... İ....’ye sattığı, E.....tarafından da 24.7.2000’de M.....’in karısı Ö....’e temlik edildiği; bu arada anne C...’nin de 18.8.1989’da ölmüş olduğu görülmektedir.Hükmü temyiz eden davacılar F.... ve L... eldeki dava ve birleştirilen davaları ile, anneleri C....’nin kardeşleri M...’e yaptığı temlikte asaleten devrettiği payını muvazaalı biçimde, velayeten ve vekaleten devrettiği payları da velayet ve vekalet görevini kötüye kullanmak suretiyle devrettiğini, sonraki temliklerin de el ve işbirliği içinde kötü niyetle gerçekleştirildiğini ileri sürdüklerine göre, iddialarını muris muvazaası ile velayet ve vekalet görevinin kötüye kullanılması hukuksal nedenlerine dayandırdıkları anlaşılmaktadır.Öncelikle belirtmek gerekir ki, velayet görevinin kötüye kullanıldığı iddiasına yalı isteğin 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 2. kitabının 2. kısmının 7. ayırım başlığını taşıyan “Çocuk Malları“ ile ilgili bölümünde yer alan (T.M.K.'nun 352 ila 363. maddeleri) düzenlemelerden kaynaklandığı açıktır. Bu tür iddialarla açılan davaların 18.1.2003 tarihinde yayınlanıp aynı tarihte yürürlüğe giren 4787 Sayılı Aile Mahkemelerinin Kuruluş Görev ve Yargılama Usullerine Dair Yasa’nın 4. maddesi hükmüne göre Aile Mahkemelerince çözüme kavuşturulacağı kuşkusuzdur. Görev, kamu düzeniyle ilgili olup mahkemece re’sen gözetilmesi gerekli bir usul kuralıdır.Muris muvazaası iddiasına gelince; bilindiği üzere, uygulamada ve öğretide "muris muvazaası" olarak tanımlanan muvazaa, niteliği itibariyle nisbi (mevsuf-vasıflı) muvazaa türüdür. Söz konusu muvazaada miras bırakan gerçekten sözleşme yapmak ve tapulu taşınmazını devretmek istemektedir. Ancak mirasçısını miras hakkından yoksun bırakmak için esas amacını gizleyerek, gerçekte bağışlamak istediği tapulu taşınmazını, tapuda yaptığı resmi sözleşmede iradesini satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi doğrultusunda açıklamak suretiyle devretmektedir. Bu durumda yerleşmiş Yargıtay İçtihatlarında ve l-4-1974 tarih 1/2 Sayılı İnançları Birleştirme Kararında açıklandığı üzere görünürdeki sözleşme tarafların gerçek iradelerine uymadığından, gizli bağış sözleşmesi de Medeni Kanunun 706, Borçlar Kanunun 213 ve Tapu Kanunun 26. maddelerinde öngörülen şekil koşullarından yoksun bulunduğundan, saklı pay sahibi olsun veya olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılar dava açarak resmi sözleşmenin muvazaa nedeni ile geçersizliğinin tesbitini ve buna dayanılarak oluşturulan tapu kaydının iptalini isteyebilirler. Hemen belirtmek gerekir ki, bu tür uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme ulaştırılabilmesi, davalıya yapılan temlikin gerçek yönünün diğer bir söyleyişle miras bırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılmasına bağlıdır. Bir iç sorun olan ve gizlenen gerçek irade ve amacın tesbiti ve aydınlığa kavuşturulması genellikle zor olduğundan bu yöndeki delillerin eksiksiz toplanılması yanında birlikte ve doğru şekilde değerlendirilmesi de büyük önem taşınmaktadır. Bunun için de ülke ve yörenin gelenek ve görenekleri, toplumsal eğilimleri, olayların olağan akışı,miras bırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul bir nedeninin bulunup bulunmadığı, davalı yanın alış gücünün olup olmadığı, satış bedeli ile sözleşme tarihindeki gerçek değer arasındaki fark, taraflar ile miras bırakan arasındaki beşeri ilişki gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır. Vekalet görevinin kötüye kullanılması iddiası bakımından ise; Borçlar Kanununun temsil ve vekalet bağıtını düzenleyen hükümlerine göre, vekalet sözleşmesi büyük ölçüde tarafların karşılıklı güvenine dayanır. Vekilin borçlarının çoğu bu güven unsurundan, onun vekil edenin yararına ve iradesine uygun davranış yükümlülüğünden doğar. Borçlar Kanununda sadakat ve özen borcu, vekilin vekil edene karşı en önde gelen borcu kabul edilmiş ve 390/2 maddesinde "vekil, müvekkiline karşı vekaleti hüsnüniyetle ifa ile mükelleftir..." hükmüne yer verilmiştir. Bu itibarla vekil, vekil edenin yararına ve iradesine uygun hareket etme, onu zararlandırıcı davranışlardan kaçınma yükümlülüğü altındadır. Sözleşmede vekaletin nasıl yerine getirileceği hakkında açık bir hüküm bulunmasa veya yapılan işlem dış temsil yetkisinin sınırları içerisinde kalsa dahi vekilin bu yükümlülüğü daima mevcuttur. Hatta malik tarafından vekilin bir taşınmazın satışında, dilediği bedelle dilediği kimseye satış yapabileceği şeklinde yetkili kılınması, satacağı kimseyi dahi belirtmesi, ona dürüstlük kuralını, sadakat ve özen borcunu gözardı etmek suretiyle, makul sayılacak ölçüler dışına çıkarak satış yapma hakkını vermez. Vekil edenin yararı ile bağdaşmayacak bir eylem veya işlem yapan vekil değinilen maddenin birinci fıkrası uyarınca sorumlu olur. Öte yandan, vekil ile sözleşme yapan kişi Medeni Kanunun 3. maddesi anlamında iyi niyetli ise yani vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını bilmiyor veya kendisinden beklenen özeni göstermesine rağmen bilmesine olanak yoksa, vekil ile yaptığı sözleşme geçerlidir ve vekil edeni bağlar. Vekil vekalet görevini kötüye kullansa dahi bu husus vekil ile vekalet eden arasında bir iç sorun olarak kalır, vekil ile sözleşme yapan kişinin kazandığı haklara etkili olamaz. Ne var ki, üçüncü kişi vekil ile çıkar ve işbirliği içerisinde ise veya kötü niyetli olup vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını biliyor veya bilmesi gerekiyorsa vekil edenin sözleşme ile bağlı sayılmaması, Medeni Kanunun 2. maddesinde yazılı dürüstlük kuralının doğal bir sonucu olarak kabul edilmelidir. Söz konusu yasa maddesi buyurucu nitelik taşıdığından hakim tarafından kendiliğinden (resen) göz önünde tutulması zorunludur. Aksine düşünce kötü niyeti teşvik etmek en azından ona göz yummak olur. Oysa bütün çağdaş hukuk sistemlerinde kötü niyet korunmamış daima mahkum edilmiştir. Nitekim uygulama ve bilimsel görüşler bu yönde gelişmiş ve kararlılık kazanmıştır. Hal böyle olunca, velayet görevinin kötüye kullanılması hakkındaki davanın tefrik edilerek görevsizlik kararı verilmesi; muris muvazaası ve vekalet görevinin kötüye kullanılması yönlerinden ise anılan ve tefrik edilen davanın bekletici sorun sayılması; ondan sonra yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde soruşturma yapılarak sonucuna göre bir hüküm kurulması gerekirken, somut olay taraf muvazaası olarak nitelendirilip davanın reddedilmesi isabetsizdir. Davacıların temyiz itirazı yerindedir. Kabulüyle, hükmün açıklanan nedenlerden ötürü HUMK.'nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edenlere geri verilmesine, 16.01.2008 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.