MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİDAVA TÜRÜ : TAPU İPTALİ VE TESCİL, ECRİMİSİL,Yanlar arasında görülen tapu iptali ve tescil, ecrimisil ve cezai şartın tahsili davası sonunda, yerel mahkemece tapu iptali- tescil isteğinin kabulüne, ecrimisil ve cezai şart taleplerinin reddine ilişkin olarak verilen karar davacılar vekili ile davalı vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla, duruşma günü olarak saptanan 09.07.2013 Salı günü için yapılan tebligat üzerine temyiz eden davalı ... ve vekili Avukat ... geldiler, davetiye tebliğine rağmen diğer temyiz edenler vekili Avukat gelmedi, yokluğunda duruşmaya başlandı, süresinde verildiği ve kayıt olunduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra gelen vekilin sözlü açıklamaları dinlendi, duruşmanın bittiği bildirildi, iş karara bırakıldı. Bilahare Tetkik Hakimi ... tarafından düzenlenen rapor okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelenerek gereği görüşülüp düşünüldü:-KARAR-Dava, tapu iptali tescil, cezai şartın tahsili ve ecrimisil isteklerine ilişkindir.Mahkemece, taraflar arasında muvazaa sözleşmesinin bulunduğu ve bunun yazılı belge ile ispat edildiği gerekçesi ile tapu iptali tescil isteğinin kabulüne, ecrimisil ve cezai şart taleplerinin reddine karar verilmiştir. Dosya içeriği ve toplanan delillerden; çekişmeye konu 23 ada 2 parsel sayılı taşınmaz davacı ... adına, 23 ada 3 parsel sayılı taşınmaz da davacı ... adına kayıtlı iken her iki taşınmazında davacılar hakkında ayrı ayrı yapılan icra takipleri sonucunda cebri icrada davalıya satıldığı ve ihalelerin kesinleşmesi üzerine 2 nolu parselin 01.06.2009 tarihinde, 3 nolu parselin ise 21.12.2009 tarihinde davalı adına tescil edildiği anlaşılmaktadır.Davacılar, 2009 yılı içinde maddi sıkıntılar sebebi ile haklarında icra takibi yapılması ve taşınmazlarına haciz konulması sebebi ile paraya ihtiyaçları olduğunu bilen ve dava takipçiliği yapan davalının yardımcı olabileceğini, hacze konu taşınmazların icrada yapılacak satışlarına girerek taşınmazları kendisinin alacağını, daha sonra yaptığı tüm masrafların ödenmesi ve taşınmazına bitişik yerden 104 m2'lik bölümün bedeli karşılığında kendisine satılması halinde taşınmazları iade edeceğini bildirdiğini, davalıya güvendikleri ve maddi sıkıntı içinde oldukları için teklifini kabul ettiklerini ve bu konuda aralarında “ Taşınmaz Satış Vaadi ” başlıklı belgeyi düzenlediklerini, hatta 23 ada 3 parselin haczedildiği halde satışının istenmemesi sebebi ile göstermelik senet düzenlenip davalıya verildiğini ve onunda bu senede dayanarak takip yapıp taşınmazın icrada satışını talep ettiğini, tüm bu ilişkilerden sonra davalının maliki oldukları 23 ada 2 ve 3 parsel sayılı taşınmazları icrada satın alıp adına tescil ettirdikten sonra taşınmazların devrini talep ettiklerini, ancak sözleşmenin geçersiz olduğu gerekçesiyle davalının bunu kabul etmediğini, olayda hile ve gabin şartlarının da gerçekleştiğini belirterek, tapu iptal ve tescil, tescil tarihinden karar tarihine kadar her ay için şimdilik 1.000.-TL ecrimisil ile sözleşmede kararlaştırılan cezai şartın faizi ile birlikte tahsili istekli eldeki davayı açmışlar, davalı ise; sözleşmenin hayali olup, geçersiz olduğunu, satış vaadi sözleşmelerinin noterde düzenlenmesi gerektiğini, tapulu taşınmazların haricen devirlerinin geçerli olmadığını, taşınmazları icra dosyalarından yapılan ihalelerde satın alarak davacılara kiraya verdiğini, iddiaların doğru olmadığını belirterek davanın reddini savunmuş, davacılar dava dilekçesi ekinde davalı, tanıklar ve kendilerinin imzalarının yeraldığı “ Gayrimenkul Satış Vaadi Sözleşmesi ” başlıklı 8.5.2009 tarihli adi yazılı belgeyi delil olarak sunmuşlardır. Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder. Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar. Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır. Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır. Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez. Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan Medeni Kanunun 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 23.5.1990 gün ve l990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir. Öte yandan, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (818 Sayılı Borçlar Kanunu'nun 81. maddesi, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun 97. maddesi) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de Borçlar Kanununun 19. ve 20. maddelerine (6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun 26. ve 27. maddeleri) aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ ifa uğruna edim “ olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamıyacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın;inanç sözleşmelerinin ,yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında,onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu;taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.Burada üzerinde durulması gereken husus,taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla,sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.Uygulamada mesele,5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler”dışında,belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde ,mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup,halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira Borçlar Kanununun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Yasasının 18. maddesi (6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun 19. maddesi) kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta,nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile isbatının mümkün olduğuna,hükmolunmuştur.İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı,sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü,gerek işleyişi açısından, genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere;inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların ispatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul,hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.Bir diğer hususta; 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 33. (1086 sayılı HUMK 76. madde) maddesi hükmü uyarınca olayları bildirmek taraflara hukuki nitelendirmeyi yapmak ve ona uygun yasal düzenlemeyi tayin ve tespit ederek uygulamak mahkemeye aittir. Somut olaya gelince; dava dilekçesi içeriği ve iddianın ileri sürülüş biçiminden taraflar arasındaki ilişkinin inançlı işlem hukuksal nedeninden kaynaklandığı, evrak arasına sunulan ve imza inkarında da bulunulmayan 8.5.2009 tarihli “ Gayrimenkul Satış Vaadi Sözleşmesi ”başlıklı belgenin ise, 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında açıklanan, inançlı işlemin belgesi niteliğinde olduğu açıktır.Hal böyle olunca, yukarıda açıklanan ilkeler ve 818 sayılı Borçlar Kanunu'nun 81. maddesi (6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun 97. maddesi) gözetilmek suretiyle değerlendirilme yapılması, bu kapsamda taraflar arasında düzenlenen 8.5.2009 tarihli belge içeriği doğrultusunda çekişmeye konu 23 ada 2 ve 3 nolu parsellerden 104 m2'lik bölümün ifrazının mümkün olup olmadığının araştırılması, anılan taşınmazların alımı için yapılan tüm masraf ve ödemelerin davalıya ödenip ödenmediği üzerinde durulması, ödenmediğinin belirlenmesi halinde, davacıların aşamalarda ödeme yapmaya hazır oldukları yönündeki beyanları dikkate alınarak mahkeme veznesine depo etmeleri yönünde önel verilmesi, 104 m²'lik bölümün ifrazının mümkün olduğunun tespit edilmesi halinde bu kısmın değerinin sözleşme gereği davacıların depo edecekleri miktardan düşülmesi gerektiğinin de gözetilmesi, ondan sonra varılacak sonuç çerçevesinde bir karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ve eksik inceleme ile yetinilerek yazılı olduğu üzere hüküm kurulmuş olması doğru değildir. Kabule göre de; tahsili talep edilen 150.000.-TL cezai şartın harcının dava açılırken alınmadığı, yargılama sırasında da bu yönden harç ikmali yapılmadığı halde reddedilen dava değerine bu miktarında eklenerek davalı taraf yararına fazla vekalet ücreti takdir edilmiş olması da doğru değildir. Taraf vekillerinin belirtilen nedenlerle temyiz itirazları yerindedir. Kabulüyle hükmün açıklanan nedenlerle (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK.'nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 29.12.2012 tarihinde yürürlüğe giren Avukatlık Ücret Tarifesinin 14. maddesi gereğince gelen temyiz eden taraflardan davalı vekili için 990.00.-TL. duruşma avukatlık parasının diğer temyiz edenden alınmasına, 24.10.2013 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.