Anasayfa / İçtihat / Yargıtay Karar No : 13191 - Karar Yıl 2015 / Esas No : 4339 - Esas Yıl 2014





MAHKEMESİ : NAZİLLİ 2. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİTARİHİ : 19/11/2013NUMARASI : 2012/379-2013/290Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece davanın reddine ilişkin olarak verilen karar davacılar vekili tarafından yasal süre içerisinde duruşma istekli temyiz edilmiş olmakla, duruşma günü olarak saptanan 17.11.2015 Salı günü için yapılan tebligat üzerine temyiz edenler vekili Avukat C......i M...... geldi, davetiye tebliğine rağmen temyiz edilenler vekili Avukat gelmedi, yokluğunda duruşmaya başlandı, süresinde verildiği ve kayıt olunduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra gelen vekilin sözlü açıklamaları dinlendi, duruşmanın bittiği bildirildi, iş karara bırakıldı. Bilahare Tetkik Hakimi ................ tarafından düzenlenen rapor okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelenerek gereği görüşülüp düşünüldü:-KARAR-Dava, tapu iptal ve tescil isteğine ilişkindir. Davacılar vekili, davacı Mehmet Selim'in maliki olduğu 1176 parsel sayılı taşınmaz üzerinde faaliyet gösteren, davacıların paydaş oldukları T..... Petrol Tar. Gıda Hayvancılık Limited Şirketi'nin işlettiği petrol istasyonunun bayisi olduğu Alpet A.Ş.'ye verdikleri çeklerin karşılıksız çıkması sebebi ile petrol ürünleri alamadıklarını, hem çevreye hem de bankalara borçlandıklarını, ödeme sıkıntısı içerisine girdikleri için petrol istasyonunu çalıştıramaz hale geldiklerini, daha önceden madeni yağ aldıkları Ş.Y. Madeni Yağ Ürünleri Limited Şirketinin sahibi olan davalıdan bono karşılığı aldıkları yağların parasını da ödeyemediklerini, davalı ile yapılan görüşmeler sonucunda onun yönlendirmesi ve ''ileride borcunu ödeyip geri alırsın'' şeklindeki beyanı sonucunda petrol istasyonunu ortak işletmeyi teklif etmesi üzerine davacı Mehmet Selim'in 12.12.2005 tarihinde 1176 parsel sayılı taşınmazının ½ payını davalıya, ½ payını ise oğlu olan davacı İbrahim'e satış göstermek suretiyle devrettiğini, temlikin gerçekte bedelsiz olduğunu, davalının isteği üzerine şirketin %50 payınında davalıya aktarıldığını, onun gönderdiği temsilcinin istasyonu işletmeye ./..başladığını, İbrahim'in şirketin çek karnesini boş olarak imzalayıp davalıya verdiğini, onun da istediği gibi kullandığını, yine hasılatın banka kanalı ile ona gönderildiğini, davalının gönderdiği ürünlerin satılmaya başlandığını, bir süre sonra davalının biriken 40.000.-TL borcu ödeyemediğini söyleyerek İbrahim'den taşınmazın kalan kısmının da devrini talep ettiğini, iş hayatını bilmeyen tecrübesiz olan İbrahim'in ''borç ödenince geri vereceğim'' şeklindeki davalının vaadine kanarak 1176 parseldeki ½ payını 24.07.2006 tarihinde davalıya satış göstermek suretiyle temlik ettiğini, gerçekte değeri 800.000.-TL civarında olan taşınmaza, davalının 70.000.-TL bedelle sahip olduğunu, davacıların çaresizliğinden, tecrübesizliğinden yararlanıldığını, temlikin gabin sebebi ile geçersiz olduğunu ileri sürerek, Borçlar Kanunu'nun 21. ve devamı maddeleri gereğince tapu kaydının iptali ile taşınmazın tamamının davacı Mehmet Selim adına tesciline karar verilmesini istemiş, yargılama sırasında taşınmazın el değiştirmesi üzerine yeni malike karşı davasını yöneltmiştir. Davalı, dava dilekçesindeki anlatıma göre husumetin İbrahim'e de yöneltilmesi gerektiği halde onun davacı konumunda yeralmasının hakkın kötüye kullanılması niteliğinde olduğunu, şirket sahibi olan davacıların Türk Ticaret Kanunu hükümleri gereği basiretli davranmaları gerektiğinden gabin iddiasında bulunamayacaklarını, taşınmaz için gerçekte davacılara riskler hariç 400.000.-TL ödediğini, gabin yönünden yasal şartların oluşmadığını, davacı İbrahim'in ortağı olduğu şirkete bir dönem kendisinin de ortak olup şirketin borçlarından kendisinin de sorumlu olduğunu, Alpet firmasına karşı garantörlüğünün devam ettiğini, iddiaların doğru olmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur. Dahili davalı M.. G.., aynı savunmaları tekrar ederek davanın reddini istemiştir. Mahkemece, davanın aşırı yararlanma hukuksal nedenine dayalı tapu iptal ve tescil davası olduğu, davacı Mehmet Selim'in çekişmeye konu taşınmazın ½ payını oğluna, ½ payını da davalıya devrettiği, oğluna yapılan devrin geçerli olduğu, davalıya yapılan devrin ise gabin sebebi ile geçersiz olduğunu iddia edemeyeceği, öte yandan taşınmazın inançlı işlem kapsamında devredildiği iddiasını kanıtlayacak kesin delil sunulmadığı, öte yandan davacı İbrahim'in davalıya devrettiği payı yönünden kendi adına değil diğer davacı adına tescili hususundaki talebinde hukuki yarar olmadığı gerekçesi ile davacı Mehmet Selim yönünden tapu iptal ve tescil isteğinin ispatlanamadığından reddine, davacı İ.. T..'un açtığı davanın ise hukuki yarar yokluğundan reddine karar verilmiştir. Dosya içeriğinden ve toplanan delillerden; davacı M.. T..'un 12.12.2005 tarihinde, ipotekli ve hacizli olarak davaya konu 1176 parsel sayılı taşınmazının 1/2 payını davalı K.. G..'a, 1/2 payını ise davacı oğlu İbrahim'e satış suretiyle temlik ettiği, İbrahim'in de payını 24.07.2006 tarihinde yine ipotekli ve hacizli olarak diğer davalıya satış suretiyle aktardığı, yargılama sırasında davalının da taşınmazı babası olan dahili davalıya satarak devrettiği anlaşılmaktadır. Hemen belirtilmelidir ki, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 74. ve 76.maddeleri hükümlerine paralel düzenlemeler getiren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 26. ve 33. maddelerine göre; olayları bildirmek ve ileri sürmek taraflara, bu kapsamda nitelemeyi yapmak ve belirlenecek hukuki tavsifle ilgili olarak tatbik edilecek kanun hükümlerini tesbit ve tayin ederek uygulamak hakime aittir.Eldeki davada, dava dilekçesinin içeriğinden ve iddiaların ileri sürülüş biçiminden davada inançlı işlem hukuksal nedenine dayanıldığı görülmektedir.../...Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder. Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar. Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır. Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır. Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez. Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan 4721 s. Türk Medeni Kanunu'nun (TMK) 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel Kurulu'nun 23.5.1990 günlü ve l990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir. İnanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. 818 s. Borçlar Kanunu'nun (BK). 81. m.; 6098 s. Türk Borçlar Kanununun (TBK) 97. m.). Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de TBK'nin 26. ve 27. maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ ifa uğruna edim “ olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamayacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın, inanç sözleşmelerinin yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur..../....İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında,onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu;taraflarına (BK) çerçevesinde nispi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.Burada üzerinde durulması gereken husus,taşınmaz mallar ya da şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla,sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.Uygulamada mesele, 5.2.1947 tarihli 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, TMK'nin yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında,belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekâlet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira TBK'nin 509. maddesindeki “Vekilin, kendi adına ve vekâlet veren hesabına gördüğü işlerden doğan üçüncü kişilerdeki alacağı, vekâlet verenin vekile karşı bütün borçlarını ifa ettiği anda, kendiliğinden vekâlet verene geçer.” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan TBK'nin 19.maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü,gerek işleyişi açısından,genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere;inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir...../..... İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların ispatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.Şayet, ispat külfeti kendisinde olan tarafın yazılı bir belgesi yok ise ancak taraflar arasında gerçekleştirilen mektup, banka dekontu, yazışmalar gibi birtakım belgeler var ise bunların delil başlangıcı sayılacağı ve iddianın her türlü delille kanıtlanmasının olanaklı hale geleceği sabittir. Şayet, delil başlangıcı sayılacak böylesi bir olgu da bulunmuyor ise iddia sahibinin son başvuracağı delilin karşı tarafa yemin teklif etme hakkı olduğu da şüphesizdir.Somut olaya gelince; yukarıda değinilen ilkeler gözetildiğinde davacıların iddialarını 05/02/1947 tarihli, 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca yazılı bir belge ile kanıtlayabilecekleri, ancak davacılar tarafından böyle bir belgenin de ibraz edilmediği açıktır. Ne var ki; eldeki davanın 31.08.2006 tarihinde açıldığı, davanın açıldığı tarih itibariyle 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu hükümlerine tâbi olduğu, ispat külfeti kendilerinde bulunan davacıların dava dilekçesinde ''Diğer yasal deliller vs.'' demek suretiyle, yine; 14.06.2007 havale tarihli delil listesinde ise bildirilen deliller dışında ''Diğer yasal deliller vs.'' demek suretiyle yemin deliline de dayandıkları görülmektedir.Hemen belirtmek gerekir ki, yazılı bir belgenin veya delil başlangıcının bulunmadığı durumda, iddia sahibinin son başvuracağı çare karşı tarafa yemin teklif etmektir. Yemin 1086 sayılı HUMK'nın 337. ila 362. maddelerinde (6100 sayılı HMK'nin 225 ila 239. maddeleri) düzenlenen ve davayı sonuçlandıran yasal ve kesin delildir. 05/02/1947 tarihli, 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca iddiasını yazılı delille kanıtlayamayan kimsenin karşı tarafa yemin teklif etme hakkının bulunduğu sabittir. Oysa eldeki davada davacılara bu olanak tanınmamıştır.Hâl böyle olunca; davacılara yemin teklif etme haklarının hatırlatılması, bu haklarını kullanmaları halinde hasıl olacak sonuca göre karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru değildir. Davacılar vekilinin temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerden ötürü (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK'un 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 31.12.2014 tarihinde yürürlüğe giren Avukatlık Ücret Tarifesinin 14. maddesi gereğince gelen temyiz edenler vekili için 1.100.00.-TL. duruşma vekâlet ücretinin temyiz edilenlerden alınmasına, 17.11.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.