Anasayfa / İçtihat / Yargıtay Karar No : 12795 - Karar Yıl 2012 / Esas No : 13052 - Esas Yıl 2012





MAHKEMESİ : ALMUS ASLİYE HUKUK MAHKEMESİTARİHİ : 29/11/2011NUMARASI : 2008/66-2011/237Taraflar arasındaki davadan dolayı Almus Asliye Hukuk Hakimliğinden verilen 29.11.2011 gün ve 2008/66 esas 2011/237 karar sayılı hükmün düzeltilerek onanmasına ilişkin olan 06.06.2012 gün ve 3767-6698 sayılı kararın düzeltilmesi süresinde davacılar vekili tarafından istenilmiş olmakla, dosya incelendi gereği görüşülüp düşünüldü:Dava, ehliyetsizlik, vekaletnamenin geçersizliği ve muvazaa hukuksal nedenlerine dayalı tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir.Davacılar, miras bırakanlarının ehliyetsiz olduğu bir sırada dava dışı Murat'a vekaletname verdiğini, vekil M...'ın taşınmazı keza kendi eşi dava dışı S...'a temlik ettiğini, satış bedelinin alınmadığını ve kısa süre sonra S...'ın da muvazaalı olarak davalı derneğe devrettiğini, vekaletnamenin miras bırakan okur yazar olduğu halde parmak izi alınmak suretiyle imzalandığından ve doktor raporu alınmadan düzenlendiğinden geçersiz olduğunu ileri sürerek tapu iptal ve miras payları oranında tescil istemişlerdir.İddianın özetlenen içeriği ve ileri sürülüş biçimi itibariyle davada öncelikle ehliyetsizlik nedenine dayanılmış, mahkemece yapılan inceleme sonucu Adli Tıp Kurumu 4. İhtisas Kurulunun raporu ile temlik yapan miras bırakanın vekalet ve temlik tarihinde hukuki ehliyeti haiz olduğu belirlenmiştir.Ancak davada ayrıca vekaletnamenin geçersizliği ve kötüye kullanıldığı, daha sonra da son malike muvazaalı temlik edildiği iddialarına da dayanılmıştır.Ne varki mahkemece bu iddialar üzerinde durulmamış ve bir değerlendirme yapılmamıştır.Borçlar Kanununun temsil ve vekalet bağıtını düzenleyen hükümlerine göre, vekalet sözleşmesi büyük ölçüde tarafların karşılıklı güvenine dayanır. Vekilin borçlarının çoğu bu güven unsurundan, onun vekil edenin yararına ve iradesine uygun davranış yükümlülüğünden doğar.Bilindiği üzere, Borçlar Kanununda sadakat ve özen borcu, vekilin vekil edene karşı en önde gelen borcu kabul edilmiş ve 390/2 maddesinde "vekil, müvekkiline karşı vekaleti hüsnüniyetle ifa ile mükelleftir..." hükmüne yer verilmiştir. Bu itibarla vekil, vekil edenin yararına ve iradesine uygun hareket etme, onu zararlandırıcı davranışlardan kaçınma yükümlülüğü altındadır. Sözleşmede vekaletin nasıl yerine getirileceği hakkında açık bir hüküm bulunmasa veya yapılan işlem dış temsil yetkisinin sınırları içerisinde kalsa dahi vekilin bu yükümlülüğü daima mevcuttur. Hatta malik tarafından vekilin bir taşınmazın satışında, dilediği bedelle dilediği kimseye satış yapabileceği şeklinde yetkili kılınması, satacağı kimseyi dahi belirtmesi, ona dürüstlük kuralını, sadakat ve özen borcunu gözardı etmek suretiyle, makul sayılacak ölçüler dışına çıkarak satış yapma hakkını vermez. Vekil edenin yararı ile bağdaşmayacak bir eylem veya işlem yapan vekil değinilen maddenin birinci fıkrası uyarınca sorumlu olur. Vekil ile sözleşme yapan kişi Medeni Kanunun 3. maddesi anlamında iyi niyetli ise yani vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını bilmiyor veya kendisinden beklenen özeni göstermesine rağmen bilmesine olanak yoksa, vekil ile yaptığı sözleşme geçerlidir ve vekil edeni bağlar. Vekil vekalet görevini kötüye kullansa dahi bu husus vekil ile vekalet eden arasında bir iç sorun olarak kalır, vekil ile sözleşme yapan kişinin kazandığı haklara etkili olamaz. Ne var ki, üçüncü kişi vekil ile çıkar ve işbirliği içerisinde ise veya kötü niyetli olup vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını biliyor veya bilmesi gerekiyorsa vekil edenin sözleşme ile bağlı sayılmaması, Medeni Kanunun 2. maddesinde yazılı dürüstlük kuralının doğal bir sonucu olarak kabul edilmelidir. Söz konusu yasa maddesi buyurucu nitelik taşıdığından hakim tarafından kendiliğinden (resen) göz önünde tutulması zorunludur. Aksine düşünce kötü niyeti teşvik etmek en azından ona göz yummak olur. Oysa bütün çağdaş hukuk sistemlerinde kötü niyet korunmamış daima mahkum edilmiştir. Nitekim uygulama ve bilimsel görüşler bu yönde gelişmiş ve kararlılık kazanmıştır.Öte yandan hukukumuzda, diğer çağdaş hukuk sistemlerinde olduğu gibi kişilerin huzur ve güven içerisinde alış verişte bulunmaları satın aldıkları şeylerin ilerde kendilerinden alınabileceği endişelerini taşımamaları, dolayısıyla toplum düzenini sağlamak düşüncesiyle, alan kişinin iyi niyetinin korunması ilkesi kabul edilmiştir. Bu amaçla, Medeni Kanunun 2.maddesinin genel hükmü yanında, menkul mallarda aynı kanunun 988 ve 989, tapulu taşınmazların el değiştirmesinde ise 1023.maddesinin özel hükümleri getirilmiştir. Öte yandan, bir devleti oluşturan unsurlardan biri insan unsuru ise bunun kadar önemli olan ötekisi topraktır. İşte bu nedenle Devlet, nüfus sicilleri gibi tapu sicillerinin de tutulmasını üstlenmiş, bunların aleniliğini (herkese açık olmasını) sağlamış, iyi ve doğru tutulmamasından doğan sorumluluğu kabul etmiş, değinilen tüm bu sebeplerin doğal sonucu olarak da tapuya itimat edip, taşınmaz mal edinen kişinin iyi niyetini korumak zorunluluğunu duymuştur. Belirtilen ilke, M.K.nun 1023.maddesinde; aynen "tapu kütüğündeki sicile iyi niyetle dayanarak mülkiyet veya başka bir ayni hak kazanan 3 ncü kişinin bu kazanımı korunur" şeklinde yer almış, aynı ilke tamamlayıcı madde niteliğindeki 1024.maddenin 1.fıkrasına göre "Bir ayni hak yolsuz olarak tescil edilmiş ise bunu bilen veya bilmesi gereken üçüncü kişi bu tescile dayanamaz" biçiminde öngörülmüştür. Tapulu taşınmazların intikallerinde, huzur ve güveni koruma, toplum düzenini sağlama uğruna, tapu kaydında ismi geçmeyen ama asıl malik olanın hakkı feda edildiğinden iktisapta bulunan kişinin, iyi niyetli olup olmadığının tam olarak tespiti büyük önem taşımaktadır. Gerçekten, bir yanda tapu sicilinin doğruluğuna inanarak iktisapta bulunduğunu ileri süren kimse, diğer yanda ise kendisi için maddi, hatta bazı hallerde manevi büyük değer taşıyan ayni hakkını yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalan önceki malik bulunmaktadır. Bu nedenle, yüzeysel ve şekilci bir araştırma ve yaklaşımın büyük mağduriyetlere yol açacağı, kişilerin Devlete ve adalete olan güven ve saygısını sarsacağı ve yasa koyucunun amacının ilk bakışta, şeklen iyiniyetli gözükeni değil, gerçekten iyiniyetli olan kişiyi korumak olduğu hususlarının daima göz önünde tutulması, bu yönde tüm delillerin toplanıp derinliğine irdelenmesi ve değerlendirilmesi gerekmektedir. Nitekim bu görüşten hareketle; "kötü niyet iddiasının def'i değil itiraz olduğu, iddia ve müdafaanın genişletilmesi yasağına tabii olmaksızın her zaman ileri sürülebileceği ve mahkemece kendiliğinden (resen) nazara alınacağı ilkeleri 8.11.1991 tarih 1990/4 esas 1991/3 sayılı İnançları Birleştirme Kararında kabul edilmiş, bilimsel görüşler de aynı doğrultuda gelişmiştir. Hal böyle olunca öncelikle vekaletnamenin düzenlenmesinde ve kullanılmasında (temlik sırasında) vekalet görevinin kötüye kullanılıp kullanılmadığının, ayrıca davalının ediminde iyi niyetli olup olmadığının, diğer bir deyişle TMK'nun 1023. maddesinin koruyuculuğundan yararlanıp yararlanmayacağının tartışılması ve birlikte değerlendirilmesi, hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken noksan soruşturma ile yetinilerek davanın reddedilmesi doğru değildir.Değinilen hususlar karar düzeltme istemi üzerine yeniden yapılan inceleme ile anlaşıldığından, davacıların karar düzeltme isteğinin HUMK’nun 440. maddesi gereğince kabulüne, dairenin 06.06.2012 tarih, 2012/3767 Esas, 2012/6698 Karar sayılı kararının Ortadan Kaldırılmasına, yerel mahkemenin 29.11.2011 tarih, 2008/66 Esas, 2011/237 Karar sayılı kararının açıklanan nedenlerle (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK.'nın 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, 12.11.2012 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.