Anasayfa / İçtihat / Yargıtay Karar No : 12537 - Karar Yıl 2013 / Esas No : 8822 - Esas Yıl 2013





MAHKEMESİ : ADANA 3. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİTARİHİ : 22/01/2013NUMARASI : 2010/644-2013/20Yanlar arasında görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece davanın, reddine ilişkin olarak verilen karar davacılar tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;Dava, muris muvazaası ve vekalet görevinin kötüye kullanılması hukuksal nedenlerine dayalı iptal tescil olmadığı taktirde tazminat isteklerine ilişkindir.Mahkemece, dava konusu taşınmazların dava dışı üçüncü kişiler adına kayıtlı olması nedeniyle iptal ve tescile karar verilemeyeceği gerekçesiyle tapu iptal tescil davasının reddine, terditli açılan tazminat davasının ise zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmiştir.Dosya içeriği ve toplanan delillerden mirasbırakanlar H... Ö... S...'nın 02.02.1966, S... S...'nın ise 27.06.1988 tarihlarinde ölümleri ile aralarında davacıların da bulunduğu çocuk ve torunlarının mirasçı olarak kaldığı, Adana 4. Noterliği'nin 21.01.1963 tarih ve 282 yevmiye numaralı sözleşmesi ile H... Ö... S...'nın davacıların babası İ... S...'yı mirastan yoksun bıraktığı, dava konusu 300 ada 57 parsel sayılı taşınmazın 4/8 payı H... Ö... S... adına kayıtlı iken açılan izalei şuyu davası sonucu verilen karar üzerine 20.9.1969 tarihinde davalıya ihale edildiği, anılan taşınmazın daha sonra dava dışı kişilere devredildiği, dava konusu 1459 ada 40, 41 ve 42 parsellerin ise 1/2 payı H... Ö... S... adına kayıtlı iken 11.02.1975 tarihinde eşi S...'nın (vekaleten M... H... M... ) H... Ö... S...'dan kendisine isabet eden payını davalıya temlik ettiği, yine aynı akitle davacıların anne ve babasının verdiği vekalete istinaden vekil M... H... M... tarafından H... Ö... S...'dan davacılara intikal eden payın davalıya satıldığı, aşamada 1459 ada 40, 41 ve 42 parsellerin tevhit ve ifraz sonucu farklı parsellere gittiği ve davalının bu parselleri dava dışı kişilere devrettiği anlaşılmaktadır.Hemen belirtmek gerekir ki, tapu iptal ve tescil davalarının ancak kayıt malikleri aleyhine açılacağı, dava tarihi itibariyle davalının kayıt maliki olmadığı gözetilerek tapu iptal ve tescil yönünden davanın reddine karar verilmesinde bir isabetsizlik yoktur. Davacı tarafın bu yöne değinen temyiz itirazları yerinde değildir Reddine,Davacı tarafın tazminat isteğine ilişkin temyiz itirazlarına gelince;1- Uygulamada ve öğretide "muris muvazaası" olarak tanımlanan muvazaa,niteliği itibariyle nisbi (mevsuf-vasıflı) muvazaa türü dür. Söz konusu Muvazaada miras bırakan gerçekten sözleşme yapmak ve tapulu taşınmazını devretmek istemektedir. Ancak mirasçısını miras hakkından yoksun bırakmak için esas amacını gizleyerek, gerçekte bağışlamak istediği tapulu taşınmazını, tapuda yaptığı resmi sözleşmede iradesini satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi doğrultusunda açıklamak suretiyle devretmektedirBu durumda, yerleşmiş Yargıtay İçtihatlarında ve l.4.1974 tarih 1/2 sayılı İnançları Birleştirme Kararında açıklandığı üzere görünürdeki sözleşme tarafların gerçek iradelerine uymadığından, gizli bağış sözleşmesi de Medeni Kanunun 706, Borçlar Kanunun 213 ve Tapu Kanunun 26. maddelerinde öngörülen şekil koşullarından yoksun bulunduğundan, saklı pay sahibi olsun veya olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılar dava açarak resmi sözleşmenin muvazaa nedeni ile geçersizliğinin tespitini ve buna dayanılarak oluşturulan tapu kaydının iptalini isteyebilirler.Bu tür uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme ulaştırılabilmesi, davalıya yapılan temlikin gerçek yönünün diğer bir söyleyişle miras bırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılmasına bağlıdır. Bir iç sorun olan ve gizlenen gerçek irade ve amacın tespiti ve aydınlığa kavuşturulması genellikle zor olduğundan bu yöndeki delillerin eksiksiz toplanılması yanında birlikte ve doğru şekilde değerlendirilmesi de büyük önem taşımaktadır. Bunun içinde ülke ve yörenin gelenek ve görenekleri, toplumsal eğilimleri, olayların olağan akışı, miras bırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul bir nedeninin bulunup bulunmadığı, davalı yanın alış gücünün olup olmadığı, satış bedeli ile sözleşme tarihindeki gerçek değer arasındaki fark, taraflar ile miras bırakan arasındaki beşeri ilişki gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır.Ayrıca muris muvazaası iddiasına dayalı davaların, terekeye karşı yapılan haksız fiil niteliğini taşıdığından ve yolsuz tescil niteliğinde olduğundan, herhangi bir zamanaşımı veya hak düşürücü süreye tabi olmaksızın her zaman açılabileceği sapma göstermeyen yargısal içtihatlar ve aynı yöndeki öğreti görüşü ile benimsenmiştir. Başka bir anlatımla muvazaalı işlem hiçbir hüküm doğurmaz ve muvazaa nedeninin ortadan kalkması ya da bir zamanın geçmesi ile görünürdeki batıl işlem geçerli hale gelmez. 01.04.1974 gün 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında da vurgulandığı gibi, davacı miras bırakanın halefi olarak değil, miras hakkının çiğnenmesinden ötürü zarara uğrayan kişi olarak ve kendi miras hakkına dayanarak dava açmaktadır. Dava hakkı da miras bırakanın ölümü ile doğmaktadır. Ne varki; muris muvazaasının herhangi bir zamanaşımı veya hak düşürücü süreye bağlı olmaksızın her zaman açılabileceği kuralının istisnası miras bırakanın kadastro tespitinden önce ölmesi halidir. Zira, Türk Medeni Kanununun 599.maddesi hükmü uyarınca ölüm ile mirasçılar tereke üzerinde hak sahibi olurlar. Ölümün kadastro tespitinden önce gerçekleşmesi halinde mirasçılar tarafından açılacak davanın kadastro tespitinin kesinleşmesi tarihinden itibaren 3402 sayılı Yasanın 12/3.maddesinde öngörülen 10 yıllık hak düşürücü süre içinde açılması zorunludur. Aksi halde, davanın hak düşürücü süre geçtiğinden reddi gerekir.2- Vekalet görevinin kötüye kullanılması hukuksal nedenine dayalı talebe gelince, Borçlar Kanununun temsil ve vekalet bağıtını düzenleyen hükümlerine göre, vekalet sözleşmesi büyük ölçüde tarafların karşılıklı güvenine dayanır. Vekilin borçlarının çoğu bu güven unsurundan, onun vekil edenin yararına ve iradesine uygun davranış yükümlülüğünden doğar.Borçlar Kanununda sadakat ve özen borcu, vekilin vekil edene karşı en önde gelen borcu kabul edilmiş ve 390/2 maddesinde "vekil, müvekkiline karşı vekaleti hüsnüniyetle ifa ile mükelleftir..." hükmüne yer verilmiştir. Bu itibarla vekil, vekil edenin yararına ve iradesine uygun hareket etme, onu zararlandırıcı davranışlardan kaçınma yükümlülüğü altındadır. Sözleşmede vekaletin nasıl yerine getirileceği hakkında açık bir hüküm bulunmasa veya yapılan işlem dış temsil yetkisinin sınırları içerisinde kalsa dahi vekilin bu yükümlülüğü daima mevcuttur. Hatta malik tarafından vekilin bir taşınmazın satışında, dilediği bedelle dilediği kimseye satış yapabileceği şeklinde yetkili kılınması, satacağı kimseyi dahi belirtmesi,ona dürüstlük kuralını, sadakat ve özen borcunu gözardı etmek suretiyle, makul sayılacak ölçüler dışına çıkarak satış yapma hakkını vermez. Vekil edenin yararı ile bağdaşmayacak bir eylem veya işlem yapan vekil değinilen maddenin birinci fıkrası uyarınca sorumlu olur.Ayrıca vekalet görevinin kötüye kullanılması iddiasına dayalı davaların bir süreye bağlı olmaksızın her zaman ileri sürülebilmesi olanaklıdır. Bu nitelikteki davaların zamanaşımı ve hak düşürücü süreye tabi olmadığı da kuşkusuzdur.Somut olayda davacılar, dava konusu 40, 41, 42 ve 57 parsel sayılı taşınmazlarda mirasbırakan S... S...'nın H... Ö... S... 'dan kendisine intikal eden payı muvazaalı olarak davalıya temlik ettiğini, yine anılan taşınmazlarda H... Ö... S... 'dan kendilerine intikal eden payın da vekalet görevinin kötüye kullanılması suretiyle davalıya devredildiğini iddia ettikleri halde mahkemece anılan iddialar bakımından yukarıda değinilen ilkeler doğrultusunda hükme yeterli bir inceleme ve araştırma yapıldığını söylebilme imkanı yoktur.Her ne kadar, mahkemece her iki istek bakımından da zamanaşımı nedeniyle davanın reddine karar verilmiş ise de yukarıda da değinildiği üzere hem vekalet görevinin kötüye kullanılması hem de muris muvazaasına ilişkin taleplerin herhangi bir zamanaşımı veya hak düşürücü süreye tabi olmadığı açıktır. Ayrıca davalı taraf, S... S...'nın 22.04.1974 tarihli vasiyetname ile tüm malvarlığını H... Ö... S... Vakfına bıraktığını, davacıların S...'nın terekesindeki taşınmazlar için dava ehliyetlerinin bulunmadığını ileri sürmüşse de Sadıka S...'nın söz konusu vasiyetnameden sonra dava konusu satış işlemlerini gerçekleştirdiği gözetildiğinde bu taşınmazlar bakımından vasiyetnamenin hükümsüz hale geldiği de tartışmasızdır.Hal böyle olunca yukarıdaki ilkeler uyarınca işin esasının incelenmesi ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ve eksik soruşturma ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir.Davacı tarafın bu yöne değinen temyiz itirazları yerindedir. Kabulüyle, hükmün açıklanan nedenlerden ötürü (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK'nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 16.9.2013 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.