Anasayfa / İçtihat / Yargıtay Karar No : 10870 - Karar Yıl 2015 / Esas No : 22660 - Esas Yıl 2014





MAHKEMESİ : ANKARA 22. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİTARİHİ : 24/06/2014NUMARASI : 2013/129-2014/335Taraflar arasında birleştirilerek görülen tapu iptali ve tescil, bedelin tahsili, elatmanın önlenmesi ve ecrimisil davası sonunda, yerel mahkemece asıl davanın reddine, birleşen davanın kısmen kabulüne ilişkin olarak verilen karar taraf vekillerince yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi ...'ın raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;-KARAR-Dava, inançlı işlem hukuksal nedenine dayalı tapu iptal ve tescil, mümkün olmadığı takdirde bedel, birleşen dava ise; çaplı taşınmaza elatmanın önlenmesi ve ecrimisil isteklerine ilişkindir. Davacı, kat irtifakı kurulu 7532 ada 15 parseldeki 4 nolu bağımsız bölümü Kuveyt Türk Bankasından kredi temin ederek satın aldığını, kredinin yapılandırması sırasında yeniden krediye ihtiyaç duyması sebebi ile tanıdığı olan ve başka bir bankanın müdürlüğünü yapan davalıya inanç sözleşmesi kapsamında taşınmazı devrettiğini, davalının da aynı bankadan kredi aldığını, bu nedenle taşınmaz üzerine ipotek konulduğunu, kredi taksitlerinin tarafından ödendiğini, ancak davalının taşınmazı iade etmediğini, bağımsız bölümün gerçekte kendisine ait olup, devrettiği tarihten beri kullandığını belirterek tapu iptal ve tescile, mümkün olmadığı takdirde rayiç bedelinin faizi ile birlikte tahsiline karar verilmesini istemiş, birleşen davanın da reddine savunmuştur. Davalı, davacının iddiasını yazılı belge ile ispat etmesi gerektiğini, satış bedelinin bir kısımını banka kanalı ile bir kısmını da kredi alarak ödediğini, kredi taksitlerini de kendisinin ödediğini belirterek davanın reddini savunmuş, birleşen davası ile de; anılan yeri davalının haksız yere işgal etmeye devam ettiğini, noter kanalı ile ihtarname gönderdiği hâlde sonuç alamadığını ileri sürerek, elatmanın önlenmesine ve ecrimisile karar verilmesini istemiştir. Davanın reddine, birleşen davada elatmanın önlenmesi isteğinin kabulüne, ecrimisil isteğinin kısmen kabulüne dair verilen karar, Dairece; ''...İnanç sözleşmesi iddiası, 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca yazılı delille ispat edilebilir ise de, koşullarının varlığı halinde yemin deliline de başvurulmasının mümkün olduğu, somut olayda da, davacı Hasan vekilinin; çekişme konusu taşınmazın inanç sözleşmesine dayalı olarak devredilip devredilmediği hususunda davalıya 22.12.2011 tarihli oturumda yemin teklif etttiği, mahkemece yemin teklifinin içerik itibariyle HMK’ya uygun olmadığı gerekçesiyle bu talebin reddine karar verildiği, oysa ki, davacının dava dilekçesinde açıkça yemin deliline dayandığı, hal böyle olunca, asıl davacının yemin teklifi nedeniyle açıklanan ilkeler doğrultusunda gerekli usuli işlemlerin icrası ile hasıl olacak sonuca göre asıl ve birleşen dava ile ilgili bir karar verilmesi gerekirken, anılan husus gözardı edilerek yanılgılı değerlendirme ile sonuca gidilmiş olmasının doğru olmadığı '' gerekçesi ile bozulmuş, mahkemece bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonunda davanın reddine, birleşen davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder. Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar. Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır. Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.Uygulamada mesele, 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında,belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira TBK'nin 509. maddesindeki “Vekilin, kendi adına ve vekâlet veren hesabına gördüğü işlerden doğan üçüncü kişilerdeki alacağı, vekâlet verenin vekile karşı bütün borçlarını ifa ettiği anda, kendiliğinden vekâlet verene geçer.” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan TBK'nin 19. maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü,gerek işleyişi açısından,genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların ispatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.5.2.1947 tarihli 20/6 sayılı İnançları Birleştirme kararı uyarınca, inançlı işleme dayalı iddianın, şekle bağlı olmayan yazılı delille kanıtlanması gerekeceği kuşkusuzdur.Şayet, ispat külfeti kendisinde olan tarafın yazılı bir belgesi yok ise ancak taraflar arasında gerçekleştirilen mektup, banka dekontu, yazışmalar gibi birtakım belgeler var ise bunların yazılı delil başlangıcı sayılacağı ve iddianın her türlü delille kanıtlanmasının olanaklı hale geleceği sabittir. Şayet, yazılı delil başlangıcı sayılacak böylesi bir olgu da bulunmuyor ise iddia sahibinin son başvuracağı delilin karşı tarafa yemin teklif etme hakkı olduğu da şüphesizdir.Somut olaya gelince; davacı çekişme konusu taşınmazın temlikinin inançlı işleme dayalı olduğunu, taşınmazın devrinden sonra alınan banka kredisini ödediğini iddia ederek dosyaya bir takım banka dekont ve muhasebe fişleri ibraz etmiş, esasen evrak arasına alınan banka kayıtlarından da gerçekten de davalı tarafından alınan kredinin bir kısım taksitlerinin davacı tarafından ödendiği anlaşılmaktadır.Hemen belirtmek gerekir ki; taraflar arasındaki ilişki ve çekişmenin çözüme kavuşturulması bakımından yukarıda değinilen İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca yazılı belge ile ispatı gerekmekte ve fakat böylesine bir belgenin bulunmadığı anlaşılmakta ise de; davalının bankadaki hesabına yatırılan paralara ilişkin dekontların bu ilişki ile bağlantılı olduğunun saptanması halinde yazılı delil başlangıcı teşkil edeceği ve çekişmenin giderilmesinde gözardı edilemeyeceği, davanın açıldığı tarihte yürürükte bulunan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 292. maddesi ile, yargılama sırasında yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 202. maddesi hükmü gereğince yazılı delil başlangıcı sayılabilecek belgelerin bulunması halinde tanık dinletilmesinin mümkün olduğu açıktır. Öte yandan, maddi yanılgıya dayalı olarak yapılan bozmaya uyulmuş olması taraflar lehine usuli kazanılmış hak oluşturmayacağı da tartışmasızdır. Hâl böyle olunca; öncelikle birleşen davada, elatmanın önlenmesi ve ecrimisil talep edildiği halde, dava açılırken yalnızca talep edilen ecrimisil miktarı üzerinden harç yatırıldığı, elatmanın önlenmesi isteği bakımından yargılama aşamasında harç ikmali yapılmadığı gözetilerek birleşen dava davacısına elatma bakımından harcı tamamlanması için imkan tanınması, ondan sonra; davacı tarafından yapılan ödemelere ilişkin kayıtların yazılı delil başlangıcı niteliğinde olduğu gözetilerek, yukarıda belirtilen ilkeler ve olgular doğrultusunda inceleme ve değerlendirme yapılması, öte yandan davacının yalan yere yemin ettiği iddiası ile ilgili, davacı tarafın Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına yapmış olduğu suç duyurusuna ilişkin evrakın da getirtilmesi, tüm delillerin birlikte değerlendirilerek, yemin delilinin en son başvurulması gereken delil niteliğinde olduğu da gözetilerek, çekişme konusu taşınmazın inançlı işlem kapsamında davalıya devredildiği kanaatine varılması halinde, çekişmeye konu kredi borcunun tamamının davacı tarafından ödenip ödenmediği hususları üzerinde durularak, bu aşamada 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun 97. (818 sayılı Borçlar Kanunu'nun 81.) maddesindeki düzenleme de gözetilerek, varılacak sonuç çerçevesinden asıl dava ile birleşen dava hakkında bir karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu üzere karar verilmiş olması doğru değildir. Kabule göre de; yargılama sırasında keşfen belirlenen taşınmazın değeri üzerinden sadece asıl dava bakımından harç ikmali yapıldığı, birleşen dava bakımından harç ikmali yapılmadığı halde, yanılgılı değerlendirme ile asıl davada harç ikmali yapılmamış, birleşen davada harç ikmali yapılmış gibi değerlendirilerek hatalı vekalet ücreti ve yargılama giderlerine hükmedilmiş olması da doğru değildir. Tarafların temyiz itirazı yerindedir. Kabulüyle hükmün belirtilen nedenlerle (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK'un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 17.09.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.