Kanun Detayı

Anasayfa / İçtihat / Yargıtay Karar No : 10780 - Karar Yıl 2014 / Esas No : 9411 - Esas Yıl 2013





MAHKEMESİ : KIRŞEHİR 2. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİTARİHİ : 15/02/2013NUMARASI : 2011/261-2013/79Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece davanın kısmen kabul kısmen reddine ilişkin olarak verilen karar davalılar R.. Z. M.., ve Özge vekili tarafından yasal süre içerisinde duruşma istekli temyiz edilmiş olmakla, duruşma günü olarak saptanan 03.06.2014 Salı günü için yapılan tebligat üzerine temyiz edenler vekili Avukat H. T.. geldi, davetiye tebliğine rağmen temyiz edilen davacı T. K..vekili Avukat, davalılardan N.. O.. vd. vekili Avukat gelmediler, yokluklarında duruşmaya başlandı, süresinde verildiği ve kayıt olunduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra gelen vekilin sözlü açıklamaları dinlendi, duruşmanın bittiği bildirildi, iş karara bırakıldı. Bilahare Tetkik Hakimi ... tarafından düzenlenen rapor okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelenerek gereği görüşülüp düşünüldü: Dava, tapu iptal ve tescil ya da tazminat isteğine ilişkindir.Davacı, yurt dışında yaşadığından maliki olduğu taşınmazı kat karşılığı inşaat sözleşmesi yapması için dava dışı kardeşi Ş.. A..'a temlik ettiğini, diğer paydaş davalı Rukiye'nin ise eşinin ekonomik sorunları nedeniyle payını davalı Necla'ya devretmesi üzerine kendi payınında Şerife tarafından işlemlerin tek elden yürütülmesi ve kat karşılığı inşaat sözleşmesi yapması amacı ile diğer davalı Necla'ya devredildiğini, yüklenici ile Necla'nın kat karşılığı inşaat sözleşmesi yaptığını, ancak inşaat bittikten sonra kendisine verilmesi gereken bağımsız bölümleri davalı Necla'nın diğer davalılara devrettiğini ileri sürerek 1127 ada 8 parseldeki 5, 6, 9 ve 12 nolu bağımsız bölümlerin 1/2'şer payının tapusunun iptali ile adına tescilini ya da bedelinin tazminini istemiştir.Mahkemece, davalılar Rukiye, Zahide Merve ve Özge hakkındaki davanın kabulüne, diğer davalı Necla hakkındaki davanın ise reddine karar verilmiştir.Dosya içeriğinden ve toplanan delillerden; davacının, 11.8.1999 tarihli akitle 1127 ada 8 parsel sayılı taşınmazdaki payını dava dışı kardeşi Ş.. A..'a satış suretiyle temlik ettiği, Şerife'nin de 5.6.2009 tarihinde davalı Necla'ya yine satış suretiyle devrettiği; öte yandan, davacının kardeşi olan diğer davalı Rukiye'nin de aynı taşınmazdaki payını 4.1.2008 tarihinde yine davalı Necla'ya aktardığı, sonuç itibariyle Necla'nın taşınmazın tamamının maliki olduğu, 2.11.2010 tarihinde 8 parsel üzerinde kat irtifakı kurularak toplam 12 adet bağımsız bölümün davalı Necla adına tescil edildiği, 27.1.2011 tarihinde ise Necla'nın 5 ve 6 nolu bağımsız bölümleri 1/2 şer pay olarak davalılar Özge ve Z.M..'ye, 9 ve 12 nolu bağımsız bölümleri ise davalı Rukiye'ye satış suretiyle temlik ettiği, davacı ve davalı Rukiye ile dava dışı Şerife'nin kardeş oldukları, davalılardan Zahide Merve ve Özge'nin ise Rukiye'nin çocukları oldukları anlaşılmaktadır.Bu durumda, dava dilekçesinin içeriği ve iddianın ileri sürülüş biçiminden; davanın inançlı işlem hukuksal nedenine dayalı olarak açıldığı anlaşılmaktadır.Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder. Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar. Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır. Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır. Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez. Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan 4721 s. Türk Medeni Kanununun (TMK) 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 23.5.1990 günlü ve l990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir. Öte yandan, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir (818 s. Borçlar Kanunu (BK). 81. m.; 6098 s. Türk Borçlar Kanunu (TBK) 97. m.). Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de TBK'nin 26 ve 27. maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ ifa uğruna edim “ olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamayacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde herhangi bir düzenleme olmamasına karşın, inanç sözleşmelerinin yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu; taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nispi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.Burada üzerinde durulması gereken husus,taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla,sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır ve uygulamada mesele, 5.2.1947 tarihli 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında,belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira TBK'nin 509. maddesindeki “Vekilin, kendi adına ve vekâlet veren hesabına gördüğü işlerden doğan üçüncü kişilerdeki alacağı, vekâlet verenin vekile karşı bütün borçlarını ifa ettiği anda, kendiliğinden vekâlet verene geçer.” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan TBK'nin 19.maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü,gerek işleyişi açısından, genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere;inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların ispatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.Somut olaya gelince; iptal ve tescil davalarının taşınmazın kayıt maliki aleyhine açılması zorunludur. Nitekim, eldeki dava kayıt maliki davalılar Rukiye, Zahide Merve, Özge ve ondan bir önceki maliki davalı Necla aleyhine açılmıştır.Ancak, somut olayın özelliği itibariyle, taşınmazın son malikleri bakımından iddianın incelenebilmesi için, davacı ile ilk el durumundaki dava dışı Ş.. A.. arasındaki hukuki ilişkinin inançlı işleme dayalı olup olmadığının açıklığa kavuşturulması gerektiğinde kuşku yoktur. Ne var ki, davacının çekişmeli payı devrettiği ilk el durumundaki Şerife davada yer almamıştır.Hal böyle olunca, davacının çekişme konusu payı yönünden ilk el durumundaki Ş.. A..'ın davada yer almasının sağlanması, ondan sonra yukarıda açıklanan ilkeler uyarınca davacı ile Şerife arasındaki temlikin inançlı işlem olup olmadığının açıklığa kavuşturulması, hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ve yasal olmayan gerekçe ile yazılı olduğu şekilde hüküm kurulması doğru değildir.Bir kısım davalıların temyiz itirazları yerindedir. Kabulüyle, hükmün açıklanan nedenlerle (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK'un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 28.12.2013 tarihinde yürürlüğe giren Avukatlık Ücret Tarifesinin 14. maddesi gereğince gelen temyiz edenler vekili için 1.100.00.-TL. duruşma avukatlık parasının temyiz edilenden alınmasına, 03.06.2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.