Hukuk Genel Kurulu 2011/2-515 E. , 2011/605 K."İçtihat Metni"MAHKEMESİ: Bolu 1. Asliye Hukuk MahkemesiTARİHİ: 27/07/2010NUMARASI: 2010/162-2010/707
Taraflar arasındaki “mirasta denkleştirme”
davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Bolu 1.Asliye Hukuk
Mahkemesince davanın reddine dair verilen 07.10.2008 gün ve 2005/59 E-
2008/268 K. sayılı kararın incelenmesi davacılar vekili tarafından
istenilmesi üzerine, Yargıtay 2.Hukuk Dairesinin 16.02.2010 gün ve
2008/19656 E-2010/2651 K sayılı ilamı ile; (.....1-Dosyadaki
yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere ve
özellikle mirasçılardan Satı tarafından açılmış bir dava bulunmadığı
gibi usulüne uygun müdahale isteği de olmadığından, Satı’nın temyiz
itirazları yersizdir.2-Davacıların temyiz itirazlarının incelenmesine gelince;Mirasçılık ve mirasın geçişi, miras bırakanın ölümü tarihinde yürürlükte olan hükümlere göre belirlenir. (4722 s.K. md.17)Mirasbırakanın,
davalının 30.4.1998 tarihinde üçüncü kişiden satın aldığı taşınmazın
bedelini ödediği toplanan delillerle gerçekleşmiştir. Davalı taşınmaz
alırken mirasbırakanın verdiği paranın karşılığını gösterememiştir. Bu
durumda verilen para, davalıya yapılan karşılıksız teberru
niteliğindedir. Mirasbırakanın sağlığında altsoya
yapmış olduğu karşılıksız kazandırmalar kural olarak miras payına
mahsuben yapılmış sayılır ve iadeye tabidir. (743 s.TKM.md.603/2)
Yapılan kazandırmanın miras payına mahsuben olmadığını ve mirasbırakanın
kendisini iadeden muaf tuttuğunu davalı kanıtlayamamıştır. O halde
davalının taşınmaz alırken mirasbırakan tarafından ödenen bedelin Türk
Kanunu Medenisinin 605-607. maddeleri çerçevesinde iadeye tabi tutulması
gerekirken yazılı gerekçeyle reddi doğru görülmemiştir....) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
TEMYİZ EDEN : Davacılar vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARIHukuk Genel
Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği
anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:Davacılar
vekili, tarafların murisinin bedelini kendisi ödeyerek 504 parsel
sayılı taşınmazda dava dışı 3. kişiden pay satın aldığını ancak kan
davalısı olduğundan kendisi ile birlikte yaşayan ve o tarihte reşit
olan oğlu davalı C.. K.adına tescil ettirdiğini, mütevefanın taşınmaz
üzerine her çocuğuna birer ev yapmayı düşündüğünü, ilk katını
bitirdiğini, eşi, çocukları İ. ve C.ile yerleştiğini, ikinci katının
inşaatının devam ederken kanser hastalığından vefat ettiğini, davalının
asgari ücret ile çalıştığını tarlayı alacak ve evi yapacak durumunun
bulunmadığını, davalının mütevefanın arzusu hilafına hareket ederek
arazinin ve evin kendisine ait olduğu gerekçesi ile annesini müşterek
oturdukları evde barındırmak istemediğini, taşınmazı paylaştırmayı ret
ettiğini belirterek dava konusu taşınmazın terekeye iadesi ile denkleştirmeye
katılmasına, bu mümkün olmadığı takdirde mahkemece tayin edilecek
bilirkişi tarafından saptanacak değer üzerinden fazlaya ilişkin hakları
saklı kalmak kaydıyla şimdilik 20.000 YTL (TL)’nin terekeye iadesi ile denkleştirmeye katılmasına karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Davacılar
vekili, yargılama sırasında verdiği dilekçe ile; taraf teşkilinin
sağlanması ve dava dışı mirasçı Satı'nın davada yer alması gerektiğini
ileri sürerek S.'nın davada davacı sıfatının kabulüne karar verilmesini
istemiştirDavalı, davanın süresinde açılmadığını, taşınmazın adına
kayıtlı olup, anılan taşınmazı dava dışı M. E. adlı şahıstan 150 milyon
YTL(TL) bedel ile satın aldığını, ne davacıların ne de babasının bu
taşınmazın alımı ve üzerindeki inşaatın yapımında herhangi bir maddi ve
manevi katkısının olmadığını, kendi emeğiyle kazandığı paralarla alınıp,
inşaatın yapıldığını, alım gücünün olduğunu belirtip davanın reddini
savunmuştur.Mahkemece; davacı S.A.(K.) tarafından usulüne uygun
açılmış bir dava bulunmadığından bu davacı hakkında karar verilmesine
yer olmadığı ve davacıların açtığı mirasta iade davasının reddine karar
verilmiş; hükmü davacılar vekili temyiz etmiştir. Özel Dairece;
mirasçılardan S.tarafından açılmış bir dava bulunmadığı, usulüne uygun
müdahale isteği de olmadığından, S.’nın temyiz itirazlarının reddi ile
hüküm; diğer davacılar yönünden yukarıda başlık bölümünde yer alan esasa
ilişkin nedenlerle bozulmuştur. Yerel mahkemece önceki kararda direnilmiş; hükmü davacılar vekili temyize getirmiştir.Her
ne kadar Yerel mahkeme ile Özel Daire arasındaki uyuşmazlık; dava
konusu taşınmaz payının muris tarafından davalıya miras hakkına mahsuben
verildiğinin davalı tarafça kanıtlanıp kanıtlanamadığı, buna bağlı
olarak da ödenen bedelin iadeye tabi tutulmasının gerekip gerekmediği
noktasında toplanmakta ise de; Hukuk Genel Kurulu’ndaki tartışmalar
sırasında öncelikle, talebin hukuksal niteliğinin belirlenmesi; bu
bağlamda davanın, mirasta iade hükümlerine göre mi, yoksa inançlı işlem
hükümlerine göre mi çözümlenmesi gerektiği hususu tartışılmıştır. İlkin konuya ilişkin hukuksal kavram ve kurumların açıklanmasında yarar vardır:İnançlı
Sözleşmeler; inananın (itimat edenin) bir hakkını belirli bir süre veya
amaçla inanılana (mutemede) geçirmeyi, inanılanın da inananın emir ve
talimatlarına göre kullanıp, amaç gerçekleşince veya süre dolunca hakkı
tekrar inanana devretmeyi yüklediği sözleşmeler olarak tanımlanabilir.
Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit
olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder. Taraflar
böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil
etmek veya idare olunmak üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı,
aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum
yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar. Sözleşmenin
ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı
inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu
parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek
yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin
de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç
ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır. Diğer
bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya)
geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı
gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin
hakkından da söz edilemez. Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından
geçerliliği olan Türk Medeni Kanunu (TMK)’nun 788. maddesinin inanç
sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri
olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim, bu düşünce Hukuk Genel Kurulunun 23.5.1990 gün ve l990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir. Bilindiği
gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun
bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren
geçerli sözleşmelerdir. (818 sayılı Borçlar Kanunu mad.81) Anılan
sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve
borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen
hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki
süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın
yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler.Buna dair akit hükümleri de 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 19 ve 20 maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını
elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ ifa uğruna
edim “ olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma
yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da
başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur.
Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız
kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında
tutulamayacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi
bir düzenleme olmamasına karşın; inanç sözleşmelerinin, yukarıda
değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir
müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.İnanç
sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve
akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu;
taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme
olanağını verdiği tartışmasızdır.Burada üzerinde durulması gereken
husus, taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin
ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla, sözleşmede
öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin
naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.Bilindiği üzere;
uygulamada mesele, 5.2.1947 tarih ve 20/6 sayılı İnançları Birleştirme
kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle
çözüme gidilmektedir.Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve
geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun
yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği
tartışılmıştır.Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir
taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede
âkitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün
olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına
yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir
maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği,
“kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında,belirtilen olasılıklara
göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak
bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu
durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde ,mülkiyette halefiyet esası
olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla
öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil
hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına
hükmolunamayacağı ,zira Borçlar Kanununun “müvekkil vekiline karşı
muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili
hesabına üçüncü şahıstaki alacağı
müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek
taşınır,gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear
hadiselerinde,meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini
geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu
olamayacağı,meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan
Borçlar Yasasının 18.maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına
uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta,nam-ı müstear davalarının
dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna,
hükmolunmuştur.İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı,
sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için
düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair
inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan
sözleşmeler gerek özü, gerek işleyişi açısından, genelde muvazaa ,
özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.Belirtilen
İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere; inanç
sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından
tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini
teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran
sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz
mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.Muris muvazaasına gelince:Muvazaa,
tarafların yapmak istedikleri asıl akdi gizlemek için görünüşte
yaptıkları başka bir akittir. Örneğin, tarafların aslında taşınmaz
satımını yapmayı kastetmelerine rağmen, şu veya bu nedenle bunu saklamak
için hibe göstermeleri veya hibe akdini gizlemek için satış
göstermeleri gibi hallerde ileri sürülebilecek iddialardır. Bu
durumda Hakim, akitteki asıl kastın ne olduğunu yorumlayarak, tarafların
gerçekte hangi tür sözleşmeyi yapmak istediklerini ve ancak bunu
gizlemek için neden başka tür bir akit yapmak zorunluluğunu
duyduklarını, gerçekte yaptıkları akdin yasal unsurları taşıyıp
taşımadığını ve resmi şekil yönünden de geçerli olup olamayacağını
saptamak durumundadır.Muvazaa iddiası ancak sözleşmenin tarafı olan
kimse ya da külli halefi tarafından ileri sürülebilir. Bu ilkenin
istisnaları kanunda sınırlı olarak gösterilmiştir (Örneğin: İİK md.277
ve md.; MK 690 md). Bunun yanı sıra, bir kimsenin mirasçısını miras
hakkından yoksun bırakmak amacıyla gerçekte bağışlamak istediği tapulu
taşınmazı hakkında tapu sicil memuru önünde iradesini satış
doğrultusunda açıklamış olduğunun gerçekleşmesi halinde saklı pay sahibi
olsun ya da olmasın, miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılar; görünürdeki
satış sözleşmesinin muvazaalı olduğunu ve gizli bağış sözleşmesinin de
biçim koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabilirler.
Uygulamada bu dava muris muvazaası olarak adlandırılmaktadır. Diğer
taraftan, doktrinde saklı paylarının değerini alamayan mirasçıların
miras bırakanlarının, mirastan tasarruf edebileceği kısmı aşan yani
saklı paylarına yaptığı tecavüzü ortadan kaldırmak ve geri alınmasını
sağlamak için açtıkları davalar ise tenkis(İndirim) davaları olarak
adlandırılmaktadır(4721 Sayılı TMK madde 569). Miras bırakanın, saklı
paya tecavüzünün bulunup bulunmadığının tespiti davanın tespit kısmıdır.
Bu işlem tespit edildikten sonra da ne miktar payın tecavüze uğradığı
ve bu kısmın mirasçıya iadesi hususu da davanın eda kısmıdır. Tenkis
davasında; miras bırakanın, mirasçının saklı payına tecavüz ederek
vasiyetle veya ölüme bağlı diğer bir tasarrufla başka bir mirasçıya veya
üçüncü kişiye bağışta bulunmuş olması, davanın açılması koşuludur.
Miras Hukukundaki tenkis davaları, özünde geçerli olan işlemler için
açılabilir. Öte yandan 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 565.maddesinde (Eski 743 Sayılı Medeni Kanun’un 507.md.) yer alan: “Aşağıdaki karşılıksız kazandırmalar, ölüme bağlı tasarruflar gibi tenkise tabidir:1.Mirasbırakanın,
mirasçılık sıfatını kaybeden yasal mirasçıya miras payına mahsuben
yapmış olduğu sağlararası kazandırmalar, geri verilmemek kaydıyla altsoyuna
malvarlığı devri veya borçtan kurtarma yoluyla yaptığı kazandırmalar ya
da alışılmışın dışında verilen çeyiz ve kuruluş sermayesi; 2 .Miras haklarının ölümden önce tasfiyesi maksadıyla yapılan kazandırmalar;3.Mirasbırakanın
serbestçe dönme hakkını saklı tutarak yaptığı bağışlamalar ve ölümünden
önceki bir yıl içinde adet üzere verilen hediyeler dışında yapmış
olduğu bağışlamalar; 4.Mirasbırakanın saklı pay kurallarını etkisiz
kılmak amacıyla yaptığı açık olan kazandırmalar.” Şeklindeki hüküm
ile tenkise tabi diğer tasarruflar sayılmak suretiyle miras bırakan
tarafından yapılan başkaca hangi işlemlerin tenkise tabi olacağı
düzenlenmiştir.Bu açıklamalardan sonra, önemle belirtilmelidir ki,
mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu(HUMK)’nun 74. maddesi
gereğince hakim taleple bağlı olup; aynı Kanunun 76.maddesi gereğince
bir davada dava nedenini yani dayanılan olayları bildirmek taraflara,
bunların hukuki nitelemesini yapmak, uygulanacak yasa maddelerini bulmak
ve uygulamak ise Hakime aittir (HUMK.76). Benzer düzenleme, meri 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda:“Taleple Bağlılık İlkesi” başlıklı 26.maddesinde:“
(1) Hâkim, tarafların talep sonuçlarıyla bağlıdır; ondan fazlasına veya
başka bir şeye karar veremez. Duruma göre, talep sonucundan daha azına
karar verebilir. (2) Hâkimin, tarafların talebiyle bağlı olmadığına ilişkin kanun hükümleri saklıdır.” “Hukukun Uygulanması” başlıklı 33.maddesinde: “Hâkim, Türk hukukunu resen uygular.”Şeklindeki hükümlerde yer almaktadır.Açıklanan yasal düzenlemeler ışığında eldeki davada, iddianın ileri sürülüş biçimi açısından yapılan değerlendirmeye gelince: Davacılar,
murislerinin kan davalısı olduğunu ve açılacak tazminat davasının
sonuçlarını bertaraf etmek için taşınmazdaki payının davalı adına
tescilini sağladığını ileri sürmüşlerdir. Dinlenen tanık beyanları,
dosya kapsamı ve ayrıca murisin bizzat kendisi tarafından bu taşınmaz
üzerine ev yapılması, davacıların bu iddialarını daha da destekleyen
unsurlar olarak görülmüştür. Genel Kurulda yapılan görüşmede,
iddianın bu ileri sürülüş biçimi ve yukarıda yapılan açıklamalar
birlikte değerlendirilmiş ve sonuçta; davaya konu işlemin terekeden mal
kaçırmak amacıyla yapılmadığı; murisin kan davası nedeniyle karşı
karşıya olduğu tazminat davasından kurtulması amacıyla yapıldığı;
davacıların iddiasının mirasta denkleştirme
olmadığı, inançlı işleme (nam-ı müstear) ilişkin bulunduğu, davanın da
bu nokta esas alınarak çözümlenmesi gerektiği, oyçokluğu ile kabul
edilmiştir. Böyle bir kabulden sonra, bu tür bir davanın, miras
hukukuna ve mirasçılık hakkına dayalı olarak pay oranına göre
açılmasının mümkün bulunmadığı; ancak, halefiyet esasına göre
açılabileceğinin kabulü; buna göre de eldeki davanın tüm mirasçılar
adına halefiyet esasına göre açıldığının kabulü ile öncelikle, diğer
mirasçıların katılımı ile taraf teşkili sağlanması; işin esası
incelenmeksizin kararın öncelikle, taraf teşkili noktasından bozulması
gerektiği oybirliği ile karara bağlanmıştır. Ayrıca dava konusu
istek inançlı işlem(nam-ı müstear) olmasına göre bu konuda araştırma ve
inceleme yapılıp, taraf delillerinin buna göre toplanarak sonuca
varılması gereğine de işaret edilmiştir. Sonuç itibariyle,
mahkemece, davanın halefiyet esasına göre tüm mirasçılar adına
açıldığının kabulü ile diğer mirasçıların usulünce temsil ya da
katılımının sağlanması, taraf teşkili böylece tamamlandıktan sonra,
inançlı işlem (nam-ı müstear) hükümlerine göre taraf delilleri
toplanarak, uyuşmazlığın esası hakkında yukarıda açıklanan düzenleme ve
ilkeler de gözetilmek suretiyle varılacak uygun sonuç çerçevesinde bir
hüküm kurulması gerekirken, somut olay yönünden uygulama yeri olmayan
mirasta iade hükümlerine göre karar verilmiş olması doğru
bulunmamıştır. O halde, usul ve yasaya uygun olmayan direnme kararının yukarıda açıklanan değişik gerekçe ve nedenlerle bozulması gerekir. SONUÇ:
Davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının
yukarıda gösterilen değişik nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanunun
30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici
madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri
Kanunu’nun 429. Maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz
peşin harcının yatırana geri verilmesine, taraf teşkili yönünden
oybirliği, davanın hukuksal dayanağının tespiti noktasından da oyçokluğu
ile olmak üzere, 12.10.2011 tarihinde yapılan ikinci görüşmede karar
verildi. KARŞI OY YAZISI
Tarafların mirasbırakanı 16.1.2001 tarihine vefat etmiştir.
Sağlığında parasını vererek dava dışı üçüncü kişiden 30.4.1998
tarihinde satın aldığı taşınmazı o tarihte kendisiyle birlikte oturan
ergin oğlu davalı C.adına tescil ettirmiştir. Akdi ilişki, davalı ile
taşınmazı devreden dava dışı üçüncü kişi arasındadır. Mirasbırakan akdi
ilişkinin tarafı değildir. Mirasbırakanın diğer çocukları olan
davacılar; taşınmazın davalı adına miras payına mahsuben tescil
ettirildiğini, davalıya yapılan bu kazandırma ile altsoy
arasında eşitsizlik yaratıldığını, davalının taşınmazı paylaştırmaya
katmayı reddettiğini ileri sürerek, terekeye iadesi ile denkleştirme yapılmasını istemişlerdir. Mahkemece istek reddedilmiş, davacıların temyizi üzerine, hüküm dairemizce bozulmuştur.
Yüksek Özel Daire bozma kararında; “ mirasbırakanın, davalının üçüncü
kilşiden satın aldığı taşıunmazın bedelini ödediğini, ödenen bu bedelin
davalıya yapılmış karşılıksız teberru niteliğinde olduğunu,
mirasbırakanın, sağlığında alt soyuna
yaptığı karşılıksız kazandırmaların kural olarak miras payına mahsuben
yapılmış sayıldığını ve iadeye tabi olduğunu, davalının, kazandırmanın
miras payına mahsuben yapılmadığını veya mirasbırakanın kendisini
iadeden muaf tuttuğunu kanıtlayamadığını, bu durumda, taşınmaz alımında
mirasbırakan tarafından ödenen bedelin, ölüm tarihinde yürürlükte olan
Türk Kanunu Medenisinin 605-607. maddeleri çerçevesinde iadeye tabi
tutulması gerektiğini” belirtmiştir. Yerel mahkeme; ilk hükmünde
direnmiştir. Mahkeme; “ davalının üçüncü kişiden satın aldığı
taşınmazın bedelinin mirasbırakan tarafından ödendiğini” kabul etmekle
birlikte “ ödenen bu bedelin davalıya miras payına mahsuben
verilmediğini” ileri sürmektedir. Yüksek Daire ile yerel mahkeme
arasındaki uyuşmazlık; mrasbırakanın taşınmaz alımında ödediği bedelin,
davalıya yapılan karşılıksız kazandırma niteliğinde olup olmadığında ve
buna bağlı olarak iadeye tabi tutulup tutulmayacağında toplanmaktadır.
Davacılar; dava dilekçesinde “ mirasbırakanın kan davalısı olduğu için
aleyhinde açılabilecek bir tazminat davası sonucu taşınmazın elinden
gidebileceği korkusuyla, üçüncü kişiden satın aldığı taşınmazı davalı
oğlu adına tescil ettirdiğini” ileri sürmüşlerdir. Bir kısım tanıklar da
bu yönde beyandabulunmuşlardır. Genel Kurul çoğunluğu, bu ileri
sürülüşe ve tanık beyanlarına bakarak davanın namı müstear ve inanç
sözleşmesine dayandığını kabul etmiştir. Kuşkusuz, olayları
açıklamak taraflara, hukuki nitelendirme hakime aittir. Ancak hakim
hukuki nbitelendirmeyi yaparken, taleple sınırlıdır, bunun dışına da
çıkmamalıdır. Maddi hadisenin namı müstear olarak
nitelendirilebilmesi için, gerçekte akdi ilişkinin mirasbırakanla,
taşınmazından pay devreden üçüncü kişi arasında kurulması ve fakat
dışarıya karşı üçüncü kişi ile davalı C. arasında gösterilmesi hususunda
mirasbırakan, davalı C.ve taşınmazı devreden üçüncü kişinin aralarında
uzlaşma olmalıdır. Böyle bir durumda taraflar; anlaşarak biri gizli
ve istenen, diğeri aleni iki akit yapmaktadırlar. Dışarıya karşı akit,
C. ile, payı buna devreden üçüncü kişi arasında yapılmış gibi
gösterilmektedir. Bu halde, taşıunmazın mülkiyetini devreden üçüncü kişi
ile görürde devralan (namı müstear) arasındaki zahirdeki satış akdi
muvazaa nedeniyle, bunun arkasına gizlenen inançlı temlik ise resmi
şekle uyulmaması (şekil noksanlığı) sebebiyle hükümsüz saylacaktır. Oysa
davada durum böyle değildir. Bir defa; davacılar mirasbırakanın
alacaklısı değil, çocuklarıdır. Dava, diğer çocuğa karşı açılmıştır.
Başka bir ifade ile dava mirasbırakanın çocukları (altsoyu)
arasındadır. İkincisi; davacılar, taşınmazın devrine ilişin tasarrufun
muvazaa sebebiyle iptalini ve mirasbırakan adına tescilini
istememektedirler. Onlar, mirasbırakanın davalı kardeşlerine bu yolla
yaptığı karşılıksız kazandırma nedeniyle miras hisselerinin azaldığını
ileri sürerek altsoy arasında mirasta iade hükümleri uygulanarak denkleştirme
yapılmasını talep etmişlerdir. Üçüncüsü; dava dilekçesinde açıkça
mirasta iade talep edildiğine göre, davacıların, davayı mirasbırakana
tebaen (onun halefi olarak) açtıkları kabul edlemez, davacılar kendi
miras haklarına dayanmışlardır. Dördüncüsü; davalı, üçüncü kişiden
mülkiyeti ilerde mirasbırakana devretmekle yükümlü olarak iktisap
etmemiştir. Mirasbırakan taşınmazı davalıdan geri almak amacında
değildir. O, “mülkiyet davalıda kalsın, ancak ölümünden sonra davalı
burayı kardeşleriyle paylaşşsın” arzusundadır. Bu arzuyla taşınmazın
bedelini ödemiştir. Mirasbırakanın taşınmazın bedelini ödemiş olması,
nasıl ki, ona gayrimenkülün kendi namına tescilini mahkemeden talep
etme hakkı vermez ise (7.10.1953 tarihli 7/8 sayılı İçtihadı Birleştirme
Kararı.), mirasçılarının da halefiyet gereği böyle bir hakları olamaz.
Durum böyle olunca, mirasbırakan ile davalı arasında bir inanç
ilişkisinin oluştuğunu kabul etmek olanağı yoktur. Mirasbırakanın
ödediği para, davalıya yapılan karşılıksız teberru nitelğindendir. Altsoy
da, mirasbırakandan sağlığında aldığı karşılıksız kazandırmaları,
mirasbırakan açıkça iadeden muaf tutmamış ise iade ile mükelleftir.
(TKM. m.603/2) O nedenle değerli çoğunluğun maddi hadiseyi “namı
müstear ve inanç ilişkisi” olarak nitelendiren görüşüne katılmak mümkün
olmamıştır. Öte yandan, 5.2.1947 tarihli 20/6 sayılı İçtihadı
Birleştirme Kararına göre, namı müstear ve inanç sözleşmesine dayanan
davaların yazılı delille kanıtlanması zorunludur. Maddi hadisenin namı
müstaer ve inanç sözleşmesi olarak nitelendirilmesi, temyiz edenlerin
aleyhine olacaktır. Çünkü, böyle bir nitelendirmede hem ispat
yükümlülüğü davacılara geçmiş olacak, hem de davacılar bunu ancak
yazılı delille kanıtlamakla karşı karşıya kalacaklardır. Bu ise, aleyhe
bozma yasağına aykırı olacaktır. Açıklanan nedenlerle, direnme kararının
Özel Daire bozma ilamı doğrultusunda bozulması gerektiği düşüncesiyle
değerli çoğunluğun değişik gerekçeye dayanan bozmasına katılmıyoruz.
Bilmeniz halinde fark yaratacak kararlar
Esastan verilmiş bir ret kararı olduğundan Avukatlık Ücret Tarifesi gereğince nisbi vekalet ücreti verilmelidir
(...Davacı vekili, 24.12.2008 tarihli sözleşme ile davalının T. Markası altında bayilik faaliyetinin gerçekleştirdiğini, davalıya ait taşınmaz üze-rinde 2021 yılına kadar lehlerine intifa hakkı verildiğini ve intifa bedelinin peşin olarak ödendiğini, Rekabet Kurulunun bayilik sözleşmelerini 5 yıl il
Haciz ihbarnamesine karşı gerçeğe aykırı beyanda bulunmak - tazminat davası
Y A R G I T A Y İ L A M ITaraflar arasındaki “tazminat ” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İstanbul 9. İcra Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 20.03.2012 gün ve 2011/441 Esas, 2012/112 Karar sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay
Emlak vergisi ve çevre temizlik vergisinin kira alacağı kapsamında kalıp kalmadığı - Örnek 13 ödeme emri ile takip yapılamayacağı
MAHKEMESİ :İcra Hukuk MahkemesiYukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki borçlu tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi ... tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içer
Yargıtay
Yargıtay Karar Arama
Yargıtay Hukuk Dairesi Kararları Arama
Yargıtay Ceza Dairesi Kararları Arama
Yargıtay Karar Arama Nasıl Yapılır ?
Yargıtay Daire Bilgileri İle Dosya Sorgulama
Yargıtay Yerel Mahkeme Bilgileri İle Dosya Sorgulama
Yargıtay Kanunu
Yargıtay İş Bölümü
Yargıtay Haberleri
Karar Arama
Yargıtay Kararları
Yargıtay Hukuk Dairesi Kararları
Yargıtay Ceza Dairesi Kararları
BAM Kararları
Danıştay Kararları
Anayasa Mahkemesi Kararları
Uyuşmazlık MAhkemesi Kararları
Karar Arama Nasıl Yapılır?
Emsal Karar ve Emsal Karar Arama Nedir?
Yargıtay Karar Arama Nasıl Yapılır?
BAM Karar Arama Nasıl Yapılır?
Danıştay Karar Arama Nasıl Yapılır?
Anayasa Mahkemesi Karar Arama Nasıl Yapılır?