Taraflar arasındaki “kişilik hakkına saldırı nedenine dayalı tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İstanbul Asliye Hukuk 6.Mahkemesi’nce davanın reddine dair verilen 22.06.2010 gün ve 2009/214 E.-2010/187 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 4.Hukuk Dairesi’nin 14.03.2012 gün ve 2011/811 E.-2012/4084 K. sayılı ilamıyla;(...Dava, kişilik haklarının ihlaline dayalı manevi tazminat istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir.Davacı, Diyarbakır milletvekili olduğunu, davalının ise kamuoyunda Ergenekon soruşturması olarak bilinen soruşturma kapsamında yargılandığını, davalının yargılama sırasında verdiği ifadesinde kişilik haklarına yönelik ağır saldırı ve hakaret içeren, iftira niteliğinde gerçeğe aykırı iddia ve isnatlarda bulunulduğunu, davalının iddialarının basında da yer aldığını beyan ederek her bir haber nedeniyle manevi tazminata hükmedilmesini istemiştir.Davalı, Askeri Mahkemedeki ifadesinde basında yer aldığı şekilde beyanda bulunmadığını, ifadesinin hukuka uygunluk kriterlerini taşıdığını, savunma dokunulmazlığı kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini belirterek davanın reddine karar verilmesini istemişlerdir.Mahkemece, "...davalının savunma yaptığı, içinde bulunduğu ruh hali düşünüldüğünde, sanık konumundaki davalının, mahkeme huzurunda savunmasını yaparken sarf ettiği sözlerin tek tek ele alınarak anlam çıkarılmasının yerinde olmadığı, davalının doğrudan yayın kuruluşlarına beyanda bulunmadığı, davacının ise politikacı olduğu, her türlü eleştiriye ağır ve incitici olsa da katlanmak zorunda olduğu, yasal koşulları oluşmadığından..." şeklindeki gerekçe ile istemin reddine karar verilmiştir.Dosya kapsamından davalının Askeri Mahkeme huzurunda 26.06.2009 tarihinde verdiği ifadesinde "...Askeri Savcılık tarafından bir takım kişilerin evlerinde arama yapıldı, İhsan Arslan'ın da evinin aranması gerekirdi, o bir Kürt kökenli milletvekilidir. Aynı zamanda Kürtçüdür, Başbakanla da akrabalığı vardır. Bunlar bir düzmecedir..." şeklinde komşusu olan davacı hakkında beyanlarda bulunduğu anlaşılmaktadır. Davalı savunmasında davacı hakkında kullandığı ifadelerle davacıyı hedef göstererek ve onun evinde de arama yapıldığı takdirde suç unsurlarının bulunacağını ima etmek ve ayrımcılık içeren beyanlarda bulunmak suretiyle savunma sınırları aşılarak davacının kişilik hakları ihlal edilmiştir. Şu halde, davacı yararına uygun bir miktar manevi tazminata hükmedilmesi gerekirken yerinde olmayan gerekçe ile istemin tümden reddine karar verilmesi doğru görülmemiştir. Kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir...)gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:Dava, kişilik haklarına saldırı nedenine dayalı manevi tazminat istemine ilişkindir.Davacı M. İ. A. vekili 23.07.2009 harç tarihli dava dilekçesinde özetle; “M.. A..’ın, Adalet ve Kalkınma Partisinin .... Milletvekili olduğunu, davalının 27.06.2009 tarihli celsede verdiği ifadesinde manevi şahsiyet haklarına yönelik ağır saldırı ve hakaret içeren ve iftira niteliği taşıyan gerçeğe aykırı iddia ve isnatlarda bulunduğunu, davalının bu ifadelerinin 27.06.2009 tarihli Akşam, Habertürk, Hürriyet, Radikal ve Taraf gazetelerinde haber yapıldığını ve davalının ağzından kamuoyuna duyurulduğunu, davalının ifadelerinin toplumun değer yargılarını sömürmek suretiyle ayrımcılık yaratacak şekilde olduğunu, davalının toplum içinde ayrımcılık yaratacak isnatlarda bulunarak davacıya karşı düşmanca bir ortam hazırlamayı amaçladığını iddia ederek, her bir haber için 5.000.-TL (beşbin TL) olmak üzere toplam 25.000.-TL (yirmibeşbin TL) manevi tazminatın davalıdan tahsiline karar verilmesi” istemiştir.Davalı M.. D.. vekili 09.09.2009 havale tarihli cevap dilekçesinde özetle; “mahkeme zabıtlarında dava konusu yayınlarda belirtildiği şekilde herhangi bir ifadenin mevcut olmadığını, ifade ile yayınlarda yer alan tek ortak ifadenin "Kürtçü" şeklindeki sıfatlama olduğunu, bu sıfatlamanın da ancak davacının siyasi tavrına binaen bir eleştiri olarak adlandırılabileceğini, davacının, müvekkilin sarf etmediği sözleri haber konusu haline getiren ve yayınlayan gazeteler hakkında dava ikame etmesi gerekirken, yayını yapan gazetelere dava ikame etmemiş olmasının düşündürücü olduğunu, bu görüşlerin savunma amaçlı oluşu ve görünür gerçeğe uygun oluşunun gözetilmesi gerektiğini, Sapanca’da yazlık olarak kullandığı evin davacını evine komşu olduğunu, taşınmazını davacıya satmayınca tehdit ettiğini davacının evini peşmerge kıyafeti giymiş kişilerin koruduğunu, M.. A..’ın “Sor Yayınları” adlı yayınevinden 1992 yılında çıkan “Kürt Soruşturması” adlı kitabı dikkate alındığında "kürtçü" iddiasının doğru olduğunu savunarak davanın reddine karar verilmesini istemiştir.Mahkemece istem reddedilmiş, Özel Dairece yukarıda açıklanan nedenlerle karar bozulmuştur. Mahkemece evvelki gerekçeler tekrar edilerek önceki kararda direnilmiştir.Uyuşmazlık; davalının mahkeme huzurunda yaptığı savunmasının davacının kişilik haklarına saldırı oluşturup oluşturmadığı noktasında toplanmaktadır.İşin esasına geçilmeden önce Daire sözcüsünce, Daire bozma kararında çoğunluk görüşünde olanların da azınlık görüşünü paylaştığını, bu nedenle çoğunluk görüşünün savunulmayacağı ifade edilmiştir.1982 Anayasasının 90.maddesinin son fıkrasında; “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır” hükmü yer almaktadır. Bu durumda mahkemelerin önlerine gelen uyuşmazlıklarda, usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası antlaşmalar ile iç hukukun birlikte yorumlanması ve uygulanması gerekmektedir.Hal böyle olunca, Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gözetilerek verilen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının incelenmesi gerekmektedir.Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin “adil yargılanma hakkı” başlıklı 6.maddesinin 3.fıkrasında bir suç ile itham edilen herkesin kendisini bizzat savunmak hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Savunma hakkının ise sınırsız olmadığı açık ise de, bir suç ile suçlanan kişinin içinde bulunduğu psikolojik durum, kendisini savunma refleksi dikkate alındığında bu hakkın sınırlarının daha da geniş tutulması gerekliliği açıktır.Bu savunma hakkı yerine getirilirken kullanılan ifadelerin de kişilik haklarına saldırı teşkil edip etmediği AİHS 10 maddesi dikkate alınarak belirlenmelidir.Anayasa’nın “ Herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir” şeklindeki 36. maddesi ve 5237 sayılı TCK. nun “Yargı mercileri veya idari makamlar nezdinde yapılan yazılı veya sözlü başvuru, iddia ve savunmalar kapsamında, kişilerle ilgili olarak somut isnatlarda ya da olumsuz değerlendirmelerde bulunulması halinde ceza verilemez” şeklindeki 128.maddesi ile, iddia ve savunma dokunulmazlığı anayasal ve yasal teminat altına alınmıştır. Her hakta olduğu gibi iddia ve savunma dokunulmazlığı da sınırsız olmayıp, madde devamında, “Ancak, bunun için, isnat ve değerlendirmelerin, gerçek ve somut vakıalara dayanması ve uyuşmazlıkla bağlantılı olması gerektiği” bildirilmiştir.Anayasa’nın ve 5237 sayılı TCK’nun kabul ettiği esasa göre, iddia ve savunma hakkının kullanılması ancak meşru vasıta ve yollardan yararlanmak suretiyle olmalıdır. İddia ve savunma hakkının her türlü etkiden uzak olarak kullanılması esastır. Bir davada tarafların yargı mercileri önünde iddia ve savunmalarını hiçbir endişeye kapılmadan serbestçe yapmaları gerekir. Ancak bu serbesti, dava konusu olayın aydınlığa kavuşması, bir başka anlatımla hakkın meydana çıkarılmasına vesile olması amacına hizmet etmelidir. Böyle olduğu takdirde Anayasa’nın öngördüğü meşru vasıta ve yollara başvurulmuş olur. Ancak o dava sebebiyle söylenmesinde ve yazılmasında yarar bulunmayan, diğer bir deyişle davanın aydınlığa kavuşmasında ve hakkın meydana çıkarılmasında hiçbir olumlu etkisi olmayan, hakareti oluşturan yazı ve sözlerin kullanılmasında meşruiyet vardır denilemez. Bu gibi durumlarda iddia ve savunma sınırı aşılmış ve dolayısıyla haysiyetler korunmamış olur. (Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 20.10.1998 tarih, E. 1998/225, K. 1998/316 sayılı kararı)Bu ilkelerin ışığında somut olaya baktığımızda; davalının Genelkurmay Başkanlığı Askeri Mahkemesi’nin 2009/350 Esas sayılı dosyasında verdiği 26.09.2009 tarihli savunmasında “bu gördüğüm malzemeler içerisinde bana ait olan, bana istihkak olarak verilen kullandığım malzemeler var, ancak sorgumda belirttiğim gibi benim şahsen kullandığım malzemeler dışındaki tüm malzemeler bana ait değildir, oraya polis tarafından ya da başka biri tarafından konuldu. Ayrıca Askeri Savcılık tarafından bir takım kişilerin evlerinde arama yapıldı, İhsan Arslan’ın evinin aranması gerekirdi, o bir Kürt kökenli milletvekilidir, aynı zamanda Kürtçüdür, Başbakanla da akrabalığı vardır. Bunlar bir düzmecedir” şeklinde beyanları olduğu görülmüştür.Davalının savunması, 27.06.2009 tarihli Taraf, Hürriyet, Habertürk, Radikal ve Akşam gazetelerinde bazı eklemeler yapılarak verilmiştir.Hemen ifade edilmelidir ki davalının savunmasının basın organlarında farklı şekillerde verilmiş olmasından davalının sorumlu tutulmasının mümkün olmadığı açıktır.Davalının savunması dikkate alındığında “Ayrıca Askeri Savcılık tarafından bir takım kişilerin evlerinde arama yapıldı, İ. A.’ın evinin aranması gerekirdi, o bir Kürt kökenli milletvekilidir, aynı zamanda Kürtçüdür, Başbakanla da akrabalığı vardır. Bunlar bir düzmecedir” şeklindeki ifadesindeki “kürt” ve kürtçü” şeklindeki değer yargısı ifadeleri davacı ile ilgilidir.Öncelikler şunun ifade edilmesi gerekir ki 6098 s. TBK 58. (818 s. eBK 49) maddesi dikkate alındığında ifade özgürlüğüne müdahale edilmesine yönelik Daire bozma kararının hukuken öngörülebilir olduğu, AİHS’nin madde 10§2’nin anlamı dâhilinde başkalarının itibarını ve haklarını koruma meşru amacını izlediğini söylemek mümkündür.Ancak, davacının talebinin ve Daire bozma kararının demokratik bir toplumda kabul edilip edilmeyeceği tartışılmalıdır.Davalı savunmasında bu değer yargısına 1992 yılında “Sor” yayınlarından yayınlanan “Kürt Soruşturması” adlı kitaptan vardığını savunmuştur. Söz konusu kitabın ilgili bölümleri ibraz edilmiştir. Davacı söz konusu yayını inkar etmemiştir.Gerçeklerin var oldukları gösterilebilirken, değer yargılarının doğruluğu kanıta açık değildir. Bir değer yargısının doğruluğunu kanıtlama şartının yerine getirilmesi imkânsız olup bunun taraftan istenilmesi AİHS’nin madde 10 ile korunan hakkın temel bir parçası olan görüş özgürlüğünün kendisini ihlal eder. Bir beyanın bir gerçek ya da bir değer yargısı olarak sınıflandırılması, özellikle mahkemelerin takdir payına düşer. Bununla birlikte, bir beyanın bir değer yargısı olması durumunda bile, bunu destekleyecek gerçeklere dayalı, yeterli bir temel olmalıdır, bu temel olmadığında, aşırı olacaktır ( Lindon, Otchakovsky Laurens and July, Fransa, Başvuru No: 21279/02 ve 36448/02, paragraf 55). Ayrıca, eğer bilgi genel kamuoyu tarafından zaten biliniyorsa, bir değer yargısı destekleyecek gerçekleri ortaya koyma şartı daha az katı olacaktır (Feldek -Slovakya, no. 29032/95, paragraf 86, ECHR 2001 VIII).Bu ilkeler çerçevesinde somut olaya bakıldığında; davalının savunmasında sarf ettiği ancak bazı yayın organlarında belirtilen şekilde yansıtılan ifadelerin savunma sınırları içinde kaldığının ve değer yargısı niteliğinde olduğundan bu ifadelerin kişilik haklarına saldırı teşkil etmediğinin kabul edilmesi gereklidir.Bu bakımdan yerel mahkeme kararı onanmalıdır.S O N U Ç : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, gerekli temyiz ilam harcı peşin alınmış olduğundan başkaca harç alınmasına mahal olmadığına, 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440.maddesi uyarınca tebliğden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 30.04.2014 gününde oybirliğiyle karar verildi.