Sanık S.. C..'ın aynı mağdura yönelik farklı tarihlerde işlediği iki
ayrı hırsızlık suçundan 5237 sayılı TCK'nun 142/1-b, 168/2, 53 ve 58.
maddeleri uyarınca 1 yıl ve 1 yıl 3 ay hapis cezaları ile
cezalandırılmasına, hak yoksunluğuna ve hükmolunan hapis cezalarının
mükerrirlere özgü infaz rejimine göre çektirilmesine ilişkin, Salihli 2.
Asliye Ceza Mahkemesince verilen 19.11.2009 gün ve 250-520 sayılı
hükmün sanık tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen
Yargıtay 2. Ceza Dairesince 27.03.2013 gün ve 21866-6353 sayı ile;
“10.05.2009 tarihinde mağdur A..Y..’e ait dükkandan yeğeni M.. Y..’in
bulunduğu sırada, sanığın dükkana gelerek M.’nın almasına rızası
olmadığı halde parasını vermeden alkollü içecekleri alarak gitmesi ve
24.05.2009 günü tekrar aynı dükkana gelerek yine M.’nın almasına rızası
olmadığı halde dolaptan içki alarak gitmesi şeklindeki eylemlerinin bir
suç işleme kararının icrası kapsamında, değişik zamanlarda bir kişiye
karşı aynı suçun birden fazla işlenmesi durumunun söz konusu olması
nedeniyle sanığın 5237 sayılı TCK'nun 142/1-b, 168/2, 43/1. maddeleri
uyarınca cezalandırılmasına karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde
ayrı ayrı hüküm kurulması”isabetsizliğinden bozulmasına karar
verilmiştir.
Yerel mahkeme ise 30.04.2013 gün ve 385-306 sayı ile;
“...Her ne kadar Yargıtay bozma ilamıyla sanığın eylemleri hakkında tek
suç kabul edilerek TCK'nun 142/1-b, 168/2, 43/1. maddelerinin
uygulanması gerektiğinden bahisle önceki kararımız bozulmuş ise de,
karar gerekçesinde de belirtildiği üzere sanığın ilk eyleminin
10.05.2009 tarihinde işlendiği ve bu eyleme ilişkin 13.05.2009 tarihinde
iddianame tanzim edildiği, 26.05.2009 tarihinde iddianamenin kabulüne
karar verilmekle koğuşturma aşamasına geçildiği, sanığın ikinci
eyleminin 24.05.2009 tarihinde işlendiği,...her iki eylem arasında fiili
ve hukuki kesintinin mevcut olduğu, somut olayda TCK'nun 43. maddesinin
uygulanma şartlarının bulunmadığı" gerekçesiyle önceki hükmünde
direnmiştir.
Bu hükmün de sanık tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay C.
Başsavcılığının 08.01.2014 gün ve 176984 sayılı “bozma” istekli
tebliğnamesi ile Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza
Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara
bağlanmıştır.
CEZA GENEL KURULU KARARI
Özel Daire ile yerel mahkeme arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; aynı mağdura ait işyerinden 10.05.2009
ve 24.05.2009 tarihlerinde hırsızlık yapan sanık hakkında ilk olayla
ilgili 13.05.2009 tarihinde iddianame düzenlendiği, bu iddianamenin de
26.05.2009 tarihinde mahkemece kabulüne karar verildiği olayda,
zincirleme suç hükümlerinin uygulanma şartlarının bulunup bulunmadığının
belirlenmesine ilişkindir.
İncelenen dosya kapsamından;
Sanığın 10.05.2009 günü saat 18.00 sıralarında Y..Market isimli işyerine
geldiği, işyerinde bulunan mağdurun yeğeni tanık M.. Y..’dan 4 şişe
bira istediği, tanığın 4 şişe birayı poşete koyduğu ve parasını
istediği, sanığın para vermemesi üzerine tanığın bira şişelerinin
bulunduğu poşeti kasanın kenarına koyduğu, tanığın bu sırada işyerine
giren başka müşterilerle ilgilenmesinden yararlanan sanığın bira
poşetini alarak çıktığı, bu eyleme ilişkin Salihli Cumhuriyet
Başsavcılığınca 13.05.2009 tarihinde iddianame düzenlendiği, mahkemece
iddianamenin 26.05.2009 tarihinde kabul edildiği,
24.05.2009 tarihinde saat 17.30 sıralarında sanığın tekrar aynı işyerine
gelerek içki dolabından bir şişe şarabı aldığı, tanık M.. Y..’ın birkaç
defa şarap şişesini elinden almasına rağmen ısrarla şarap şişesini geri
alarak işyerinden ayrıldığı, bu eylem nedeniyle 29.07.2009 tarihli
iddianame ile kamu davası açıldığı, 07.08.2009 tarihinde de mahkemece
iddianame kabul edildiği, 19.11.2009 tarihinde mahkemece kamu
davalarının birleştirilmesine karar verildiği ve ilk olayla ilgili
iddianame düzenlendikten sonra ikinci suçun işlenmesi nedeniyle eylemin
kesintiye uğradığı kabul edilerek iki ayrı hırsızlık suçundan hüküm
kurulduğu,
Anlaşılmaktadır.
Uyuşmazlığın sağlıklı bir şekilde çözülebilmesi için "zincirleme suç" hükümleri üzerinde durulmalıdır.
5237 sayılı TCK’na hakim olan ilke gerçek içtima olduğundan, bunun
sonucu olarak, "kaç fiil varsa o kadar suç, kaç suç varsa o kadar ceza"
söz konusu olacaktır. Nitekim bu husus Adalet Komisyonu raporunda da;
"Ceza hukukunun temel kurallarından birisi, ‘kaç fiil varsa o kadar suç,
kaç suç varsa o kadar ceza vardır' şeklinde ifade edilmektedir. Bunun
istisnaları, suçların içtimaı bölümünde belirlenmiştir. Bu istisnalar
dışında, işlenen her bir suçla ilgili olarak ayrı ayrı cezaya
hükmedilecektir. Böylece verilen her bir ceza, bağımsızlığını
koruyacaktır" şeklinde ifade edilmiştir. Bu kuralın istisnalarına ise,
5237 sayılı TCK’nun "suçların içtimaı" bölümünde, 42 (bileşik suç), 43
(zincirleme suç) ve 44. (fikri içtima) maddelerinde yer verilmiştir.
Konumuza ilişkin olan zincirleme suç, 765 sayılı Kanunun 80. maddesinde;
"Bir suç işlemek kararının icrası cümlesinden olarak kanunun aynı
hükmünün bir kaç defa ihlal edilmesi, muhtelif zamanlarda vaki olsa bile
bir suç sayılır. Fakat bundan dolayı terettüp edecek ceza altıda birden
yarıya kadar artırılır" şeklinde düzenlenmiştir. Buna karşın 5237
sayılı Kanunun 43. maddesinin ilk fıkrasında; "Bir suç işleme kararının
icrası kapsamında, değişik zamanlarda bir kişiye karşı aynı suçun birden
fazla işlenmesi durumunda, bir cezaya hükmedilir. Ancak bu ceza, dörtte
birinden dörtte üçüne kadar artırılır. Bir suçun temel şekli ile daha
ağır veya daha az cezayı gerektiren nitelikli şekilleri, aynı suç
sayılır. Mağduru belli bir kişi olmayan suçlarda da bu fıkra hükmü
uygulanır" biçiminde zincirleme suç düzenlemesine yer verilmiş, ikinci
fıkrasında; "Aynı suçun birden fazla kişiye karşı tek bir fiille
işlenmesi durumunda da, birinci fıkra hükmü uygulanır" denilmek
suretiyle aynı neviden fikri içtima kurumu hüküm altına alınmış, üçüncü
fıkrasında ise; "Kasten öldürme, kasten yaralama, işkence, ... ve yağma
suçlarında bu madde hükümleri uygulanmaz" düzenlemesi ile zincirleme suç
ve aynı neviden fikri içtima hükümlerinin uygulanamayacağı suçlar
belirtilmiştir.
TCK'nun 43/1. maddesi düzenlemesinden anlaşılacağı üzere, zincirleme suç
hükümlerinin uygulandığı hallerde aslında işlenmiş birden fazla suç
olmasına karşın, fail bu suçların her birinden ayrı ayrı
cezalandırılmamakta, buna karşın bir suçtan verilen ceza belirli bir
miktarda arttırılmaktadır.
5237 sayılı TCK'nun 43/1. maddesi uyarınca zincirleme suç hükümlerinin uygulanabilmesi için;
a- Aynı suçun değişik zamanlarda birden fazla işlenmesi,
b- İşlenen suçların mağdurlarının aynı kişi olması,
c- Bu suçların aynı suç işleme kararı altında işlenmesi gerekmektedir.
Zincirleme suç hükümlerinin uygulanabilmesi için gerekli olan unsurların
üzerinde ayrıntılı olarak durulmasında yarar bulunmaktadır.
a) Aynı suçun değişik zamanlarda birden fazla işlenmesi;
Aynı suç 5237 sayılı TCK’nun 43. maddesinde; “Bir suçun temel şekli ile
daha ağır veya daha az cezayı gerektiren nitelikli şekilleri, aynı suç
sayılır” denmek suretiyle açıklığa kavuşturulmuştur. Öğretide de “aynı
suçtan anlaşılması gerekenin, aynı suç tipi olduğu”, kanunda düzenlenen
suçların ismi aynı ise aynı suçtan söz edileceği, suçun ismi farklı ise
artık aynı suçtan bahsedilemeyeceği kabul edilmektedir. Buna göre
suçların ismi aynı ise aynı suçtan söz etmek mümkün iken, suçun ismi
değiştiğinde artık aynı suçtan bahsetmek mümkün değildir. Örneğin
dolandırıcılık ile nitelikli dolandırıcılık eylemleri aynı suç sayılır
iken, dolandırıcılık ile güveni kötüye kullanma, hırsızlık ile
dolandırıcılık, hırsızlık ile suç eşyasını satın alma aynı suç kavramı
içerisinde değerlendirilemeyecektir. Aynı suç kavramına, suçun teşebbüs
aşamasında kalmış hali de dahildir. Zincirleme suç oluşturan eylemlerden
bir kısmı tamamlanmış, bir kısmı da teşebbüs aşamasında kalmış olsa
bile, işlenen suçların isimleri değişmediği sürece, aynı suç
sayılacaktır. (Nevzat Toroslu, Ceza Hukuku Genel Kısım, Savaş Yayınevi
18. Baskı, Ankara, 2012. s.339; Osman Yaşar - Hasan Tahsin Gökcan-M.
Artuç, Türk Ceza Kanunu, 1. cilt, Ankara, 2014, s.1241-1242; Mahmut
Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümleri, 7. bası, Ankara,
2014, s. 484-487; Türkan Sancar Yalçın-Yeni Türk Ceza Kanunun da
“Zincirleme Suç”, TBB Dergisi, sayı 70, Mayıs/Haziran 2007, s. 253)
765 sayılı TCK’nda yer alan “muhtelif zamanlarda vaki olsa bile” ifadesi
karşısında, aynı suç işleme kararı altında birden fazla suçun aynı
zamanda işlenmesi durumunda diğer şartların da varlığı halinde
zincirleme suç hükümlerinin uygulanabilmesi mümkündür. Nitekim, 765
sayılı TCK'nun yürürlüğü zamanında bu husus yargısal kararlarla kabul
edilmiş ve uygulama bu doğrultuda yerleşmiştir.
5237 sayılı TCK'nun 43/1. maddesinde bulunan “değişik zamanlarda”
ifadesinin açıklığı karşısında, zincirleme suç hükümlerinin
uygulanabilmesi için suçların farklı zamanlarda işlenmesi gerektiği
konusunda öğreti ve uygulamada tam bir görüş birliği bulunmaktadır.
Bunun sonucu olarak, aynı mağdura, aynı zamanda, aynı suçun birden fazla
işlenmesi durumunda tek suçun oluşacağı kabul edilmiştir. Bu halde
zincirleme suç hükümleri uygulanarak artırım yapılamayacak, ancak bu
husus TCK'nun 61. maddesi uyarınca temel cezanın belirlenmesinde
gözönünde bulundurulacaktır.
b) İşlenen suçların mağdurlarının aynı kişi olması;
Mağdur; Türk Dil Kurumu Büyük Türkçe Sözlüğünde, “haksızlığa uğramış
kişi” olarak tanımlanmaktadır. Ceza hukukunda ise mağdur kavramı, suçun
konusunun ait olduğu kişi ya da kişilerdir. 5237 sayılı Türk Ceza
Kanununun hazırlanmasında esas alınan suç teorisinde suçun maddi
unsurları arasında yer alan mağdur, ancak gerçek bir kişi olabilecek,
tüzel kişilerin suçtan zarar görmeleri mümkün ise de bunlar mağdur
olamayacaklardır. Suçtan zarar gören ile mağdur kavramları da aynı şeyi
ifade etmemektedir. Mağdur suçun işlenmesiyle her zaman zarar görmekte
ise de, suçtan zarar gören kişi her zaman suçun mağduru olmayabilir.
Bazı suçlarda mağdur belirli bir kişi olmayıp; toplumu oluşturan herkes
(geniş anlamda mağdur) olabilecektir. (Mehmet Emin Artuk - Ahmet Gökcen -
A.Caner Yenidünya, Ceza Hukuku Genel Hükümler, 8. bası, Ankara, 2014,
s.284; İzzet Özgenç, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, 9. bası, Ankara,
2013, s. 211-215; Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel
Hükümler, 7. bası, Ankara, 2013, s.107-108; Osman Yaşar - Hasan Tahsin
Gökcan-M. Artuç, Türk Ceza Kanunu, 6. cilt, Ankara, 2014, s.7958-7959)
c) Bu suçların aynı suç işleme kararı altında işlenmesi;
Ceza Genel Kurulunun 14.01.2014 gün ve 384-2, 03.12.2013 gün ve
1475-577, 30.05.2006 gün ve 173-145, 08.07.2003 gün ve 189-207,
13.10.1998 gün ve 205-304, 20.03.1995 gün ve 48-68 ile 02.03.1987 gün ve
341-84 sayılı kararlarında "aynı suç işleme kararı" kavramından,
kanunun aynı hükmünü birçok kez ihlal etme hususunda önceden kurulan bir
plan, genel bir niyetin anlaşılması gerektiği, bu bağlamda failin suçu
işlemeden önce bir plan yapmasının veya bu suça niyet etmesinin, fakat
fiili bir defada yapmak yerine, kısımlara bölmeyi ve o surette
gerçekleştirmeyi daha uygun görmesinin, hareketinin önceki hareketinin
devamı olmasının ve tüm hareketleri arasında subjektif bir bağlantı
bulunmasının anlaşılması gerektiği kabul edilmiş, ilk eylemle ikinci
eylem arasında makul sayılamayacak uzunca bir sürenin geçmesinin,
sanığın aynı suç işleme kararıyla değil, çıkan fırsatlardan yararlanmak
suretiyle suçu işlediğini gösterdiği belirtilmiştir.
Öğretide ise aynı suç işleme kararının, kanunun aynı hükmünü müteaddit
defa ihlal etmek hususunda önceden kurulan bir plan ve genel bir niyet
anlamında bulunduğu (Sulhi Dönmezer-Sahir Erman, Nazari ve Tatbiki Ceza
hukuku, Beta Basım Yayım, 14. bası, İstanbul, 1997, s.528 vd), çok genel
bir birliğin, genel bir saik birliği sonucuna götüreceği, saik
birliğinin, kararda birliği meydana getiremeyeceği, suç saiki, niyeti,
amacı ile kararının karıştırılmaması gerektiği, yine fırsat çıktığı
zaman suç işlemek için verilen genel bir kararın, müteselsil suçun bu
sübjektif şartını oluşturmayacağı (Türkan Yalçın Sancar, Mütesessil Suç,
Seçkin Yayınevi, Ankara, 1995, s.70 vd), failin çıkacak her fırsattan
yararlanmak hususunda genel ve soyut bir kararının varlığının aynı suç
işleme kararının kabulünü gerektirmeyeceği (Kayıhan İçel, Suçların
İçtimaı, İstanbul, 1972, s. 136-137; Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk
Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınevi, 7. bası, Ankara, 2013, s.
489), kanunda kullanılan karar tabirinden anlaşılması gerekenin, failin
daha baştan itibaren birden fazla suçu kısım kısım işlemeye yönelik
tasavvuru olduğu, önceden bir plan yapmış, niyetini oluşturmuş, fakat
bunu bir defada gerçekleştireceği yerde, kısımlara bölmeyi ve o suretle
gerçekleştirmeyi daha uygun görmüş ve bu plana göre hareket etmiş olduğu
için zincirleme suçun kabul edildiği (Hakan Hakeri, Ceza Hukuku Genel
Hükümler, Adalet Yayınevi 16. Baskı, Ankara, 2013, s.697), zincirleme
suç halinde failin somut fiiline ve fiillerin bütününe yönelik olmak
üzere iki iradesinden söz edilebileceği, zincirleme suç işlemeye yönelik
iradenin, yani bir suç işleme kararının her bir suça ilişkin kasıttan
önce geldiği (Hamide Zafer, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Beta Yayımcılık,
4. bası, İstanbul, Şubat 2015, s. 456), zincirleme suçun sübjektif
şartının bir suç işleme kararının icrası kapsamında işlenen suçlar
arasında manevi bir bağ bulunması olduğu (İzzet Özgenç, Türk Ceza Hukuku
Genel Hükümler, Seçkin Yayınevi, 9. bası, Ankara, 2013, s. 553),
suçların işleniş biçimindeki benzerlik, aynı türden fırsatları
değerlendirme, suçla korunan hukuki değer, hareketin yöneldiği maddi
konunun nitelik ve başkalıkları ve suçlar arasındaki zaman aralığı gibi
dışa yansıyan veri ve davranışlardan yararlanılarak tespit edilecek olan
bir suç işleme kararının kanunun aynı hükmünü ihlal etmek hususundaki
failin genel planı olduğu (Mehmet Emin Artuk-Ahmet Gökçen-Caner
Yenidünya, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, 8. bası, Ankara,
2014, s. 648-649) görüşleri ileri sürülmüştür.
Suç kastından daha geniş bir anlamı içeren suç işleme kararı, suç
kastından daha önce gelen genel bir karar ve niyeti ifade etmektedir.
Önce suç işleme kararı verilmekte ve bundan sonra bu genel kararın
icrası farklı zamanlardaki suçlarla gerçekleştirilmektedir. Kararın
gerçekleştirilmesi için gerekli suçların herbirinde ayrı suç kastları,
bir başka deyişle bir suç için gerekli olan maddi ve manevi unsurlar
ayrı ayrı yer almaktadır. Böylece suç işleme kararı denilen genel plan,
niyet veya karar, zinciri oluşturan ve her biri birbirinden bağımsız
olan suçları birbirine bağlayan ortak bir zemini oluşturur.
Suç işleme kararının yenilenip yenilenmediği, birden çok suçun aynı
karara dayanıp dayanmadığı, aynı zamanda suçlar arasındaki süre ile de
ilgilidir. İşlenen suçların arasında kısa zaman aralıklarının olması suç
işleme kararında birlik olduğuna; uzun zaman aralıklarının olması ise
suç işleme kararında birlik olmadığına karine teşkil edebilecektir. Yine
de çeşitli suçlar arasında az veya çok uzun zaman aralığının var
olması, bu suçların aynı suç işleme kararının etkisi altında işlendiğini
ya da işlenmediğini her zaman göstermeyecektir. Diğer bir anlatımla,
sürenin uzunluğu kararın yenilendiğini düşündürebileceği gibi, kısalığı
da her zaman kararın yürürlükte olduğunu göstermeyebilecektir. Diğer
taraftan, hukuki veya fiili kesintiler olduğunda farklı değerlendirmeler
yapılması mümkündür. Ancak bu değerlendirme her olayda ayrı ayrı ve
diğer şartlar da dikkate alınarak yapılmalıdır. Bu nedenle, başlangıçta
belirli bir süre geçince suç işleme kararı yenilenmiş ya da değişmiş
olur demek, soyut ve delillerden kopuk bir değerlendirme olacaktır.
Failin iç dünyasını ilgilendiren bu kararın varlığının her olayın
özelliğine göre suçun işleniş biçimi, suçun işlenmesindeki özellikler,
fiillerin işlendikleri yer ve işlenme zamanı, fiiller arasında geçen
süre, korunan değer ve yarar, hareketin yöneldiği maddi konunun
niteliği, olayların oluşum ve gelişimi ile dış dünyaya yansıyan diğer
tüm özellikler değerlendirilerek belirlenmesi gerekecektir.
Görüldüğü üzere, zincirleme suçun oluşumu için işlenen suçlar arasında
ne kadar zaman geçmesi gerektiği konusunda genel ve mutlak bir kural
koymak mümkün olmadığından, hangi süre içerisinde işlenirse işlensin,
işlenen suç başlangıçtaki genel niyete veya suç işleme konusundaki tek
karara dayanıyor ise zincirleme suç hükümleri uygulanacak, ancak işlenen
suç failin yeni bir suç işleme kararına dayanıyorsa artık zincirleme
suç söz konusu olmayacaktır.
Zincirleme suça ilişkin bu genel açıklamalardan sonra uyuşmazlığın
çözümüne katkısı bakımından "hukuki kesinti" kavramı üzerinde durulması
gerekmektedir.
Yapılmakta olan soruşturma sonucunda toplanan delillerin failin suçu
işlediği yönünde yeterli şüphe oluşturması üzerine Cumhuriyet savcısınca
şüpheli hakkında CMK'nun 170. maddesi uyarınca iddianamenin
düzenlenmesiyle hukuki kesinti oluşmaktadır. İddianamenin
düzenlenmesiyle olaylar arasında hukuki kesinti oluştuğundan
iddianamenin düzenlenmesinden sonra devam eden eylemler ise başka bir
ceza soruşturmasının konusunu oluşturacaktır. Başka bir anlatımla sanık
hakkında iddianame düzenlendikten sonra, sanık tarafından aynı suçun
tekrar işlenmesi durumda, yeni ve ayrı bir suç söz konusu olacaktır.
Buna karşın işlemiş olduğu suçtan dolayı henüz hakkında iddianame
düzenlenmeden, sanığın aynı suç işleme kararıyla ve aynı mağdura karşı
yeniden suç işlemesi durumunda, hukuki kesinti gerçekleşmeden aynı suçun
işlenmesi söz konusu olduğundan sanık hakkında zincirleme suç hükümleri
uygulanacaktır. Bu ahvalde sanığın her suçtan ayrı ayrı
cezalandırılması yoluna gidilmeyecek, sanığa bir suçtan ceza verildikten
sonra hakkında zincirleme suç hükümleri uygulanmak suretiyle cezasından
artırım yapılacaktır.
Buna göre, soruşturma aşamasında sanığın aynı suç işleme kararıyla, aynı
mağdura karşı değişik zamanlarda aynı suçu işlediğinin tespit edilmesi
durumda, soruşturma dosyalarının birleştirilerek kamu davası açılması,
bu hususa riayet edilmeden kamu davalarının açılması halinde ise hukuki
kesintinin oluşmasından önce sanığın aynı mağdura karşı bir suç işleme
kararıyla aynı suçu değişik zamanlarda işlediğinin anlaşılması durumunda
dava dosyalarının birleştirilerek sanık hakkında zincirleme suç
hükümlerinin uygulanıp uygulanmayacağının değerlendirilmesi isabetli bir
uygulama olacaktır.
Nitekim Ceza Genel Kurulu 18.09.2012 gün ve 1244-1775 ile 12.03.1996 gün
ve 24-34 sayılı kararlarında; "mahkumiyet hükmü, şikayetten vazgeçme
üzerine verilen düşme kararı ve af yasasında olduğu gibi iddianamenin
düzenlenmesi de hukuki kesinti oluşturmaktadır. Mütemadi suçlarda hukuki
kesintiden sonra fiile devam edilmesi, müteselsil suçlarda ise fiilin
tekrarlanması yeni ve müstakil bir suçu oluşturmaktadır", 11.03.2003 gün
ve 325-28 sayılı kararında; "iddianame düzenlenmesiyle hukuki kesinti
husule geldikten sonraki zapt ve tasarruf eylemleri ayrı bir suçu
oluşturur", 05.02.2002 gün ve 28-179 sayılı kararında; "iddianameyle
dava açılması gibi suçta hukuki kesinti husule gelmesi halinde ayrı
bağımsız suçlar oluşur", 03.02.1998 gün ve 306-2 sayılı kararında;
"iddianamenin düzenlenmesi suçta hukuki kesinti meydana getirir.
Mütemadi suçlarda hukuki kesintiden sonra eyleme devam edilmesi yeni ve
müstakil bir suçu oluşturduğundan bu konuda ayrıca bir dava açılması
zorunludur" sonucuna ulaşmıştır.
Öğretide de; "İddianame, olaylar arasında hukuki bir kesinti meydana
getirir ve iddianameden sonra devam eden olaylar artık başka bir ceza
yargılamasının konusunu oluşturur. Bu nedenle, devam eden hareketler,
kesin hükme dahil sayılmaz; bunlar, yeni bir yargılamanın konusu
yapılabilir. Hukuki kesintiden sonraki eylemler, kendi aralarında
zincirleme suç kapsamında değerlendirilebilir" (Nur Centel-Hamide Zafer,
Ceza Muhakemesi Hukuku, 10. Bası, İstanbul, 2013, s.1566-1567; Ali Rıza
Çınar, Hükmün Konusu ve Eylemi Değerlendirmede Mahkemenin Yetkisi,
Türkiye Barolar Birliği Dergisi, sayı 84, 2009, s.56) şeklinde görüşlere
yer verilmiştir.
Öte yandan 1412 sayılı CMUK'nda iddianamenin kabulü kurumuna yer
verilmemesi nedeniyle Cumhuriyet savcısı tarafından düzenlenen
iddianamenin mahkemeye verilmesiyle kamu davasının açıldığının kabul
edildiği, ancak 5271 sayılı CMK'nun 175. maddesinde iddianamenin kabulü
kurumuna yer verilmesi nedeniyle kamu davasının açılmasının iddianamenin
kabulü koşuluna bağlandığı görülmektedir. Diğer bir anlatımla
kovuşturmanın başlaması için düzenlenen iddianamenin mahkeme tarafından
kabul edilmesi şarttır. Bu nedenle 01.06.2005 tarihinden sonra
düzenlenen iddianamelerin hukuki kesinti oluşturabilmesi için mahkemece
kabul edilmiş olması gerekir.
Buna göre mahkeme tarafından kabul edilen iddianamenin düzenlendiği
tarihten itibaren hukuki kesinti oluşacak, sonra devam eden eylemler
başka bir ceza davasının konusunu oluşturacaktır. Başka bir anlatımla
sanık hakkında mahkemece kabul edilmek şartıyla iddianame düzenlendikten
sonra, sanık tarafından aynı suçun tekrar işlenmesi durumda hukuki
kesinti nedeniyle yeni ve ayrı bir suç söz konusu olacak, mahkeme
tarafından iddianame iade edildiği aşamada ise aynı suç işleme kararıyla
ve aynı mağdura karşı yeniden suç işlemesi durumunda hukuki kesinti
gerçekleşmediğinden sanık hakkında zincirleme suç hükümleri
uygulanabilecektir.
Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
Aynı mağdura ait işyerinden 10.05.2009 ve 24.05.2009 tarihlerinde
hırsızlık yapan sanık hakkında ilk olayla ilgili 13.05.2009 tarihinde
iddianame düzenlendiği, bu iddianamenin de 26.05.2009 tarihinde
mahkemece kabulüne karar verildiği olayda; 13.05.2009 tarihli
iddianamenin mahkeme tarafından kabul edilmesi nedeniyle bu iddianamenin
düzenlenme tarihi itibariyle hukuki kesinti oluştuğundan 24.05.2009
tarihinde gerçekleştirilen ikinci eylemin ayrı bir suç olarak
değerlendirilerek iki ayrı hırsızlık suçundan hüküm kurulmasında bir
isabetsizlik bulunmamaktadır.
Bu itibarla hukuki kesinti nedeniyle zincirleme suç hükmünün uygulanma
şartları bulunmadığını kabul eden yerel mahkemenin direnme hükmü
isabetli olup onanmasına karar verilmelidir.
Çoğunluk görüşüne katılmayan Genel Kurul Üyesi Doç.Dr.İ. Şahbaz; "Dava
konusu dosyayla ilgili olarak; Genel Kurul gündeminde dile getirilen ve
iddianamenin düzenlenmesiyle zamanaşımının kesilip kesilmeyeceği
konusuyla sınırlı olarak aşağıdaki değerlendirme yapılmıştır:
1-5237 sayılı TCY’nın 43/1 nci maddesindeki düzenlemeye göre, 'Bir suç
işleme kararının icrası kapsamında, değişik zamanlarda bir kişiye karşı
aynı suçun birden fazla işlenmesi durumunda, bir cezaya hükmedilir.
Ancak bu ceza, dörtte birinden dörtte üçüne kadar artırılır. Bir suçun
temel şekli ile daha ağır veya daha az cezayı gerektiren nitelikli
şekilleri, aynı suç sayılır. Mağduru belli bir kişi olmayan suçlarda da
bu fıkra hükmü uygulanır'.
Bu düzenlemede, 'değişik zamanlarda' kavramının neyi ifade ettiği konusunda açıklık bulunmamaktadır.
2-Eski TCY’nın 80 nci maddesinde de benzeri düzenleme bulunmaktaydı. 765
sayılı TCY’nın 80 nci maddesindeki düzenleme şöyleydi: 'Bir suç işlemek
kararının icrası cümlesinden olarak kanunun aynı hükmünün bir kaç defa
ihlal edilmesi, muhtelif zamanlarda vaki olsa bile bir suç sayılır.
Fakat bundan dolayı terettüp edecek ceza altıda birden yarıya kadar
artırılır'.
Eski yasa dönemindeki içtihatlarda, değişik/çeşitli/muhtelif zamanlarda
kavramı her olay bakımından farklı değerlendirilmekteydi.
Değişik zaman kavramının ne olduğu konusunda açıklık olmayınca, somut
olaylar bakımından sürenin uzunluğu dikkate alınarak, kimi içtihatlarda
zincirleme suç değil, gerçek içtima kuralı; kimi hallerde ise,
zincirleme suç hükmü uygulanmaktaydı.
Somut olayımız gibi durumlarda, değişik zaman kavramına bir sınır
konulması amacıyla objektif bir ölçü getirilmeye çalışılmıştı.
Buna göre, 765 sayılı eski TCY’nın 104 ncü maddesinde, 'Hukuku amme
davasının müruru zamanı, mahkûmiyet hükmü yakalama, tevkif, celb veya
ihzar müzekkereleri, adli makamlar huzurunda maznunun sorguya çekilmesi,
maznun hakkında son tahkikatın açılmasına dair olan karar veya C.
müddeiumumisi tarafından mahkemeye yazılan iddianame ile kesilir.
Bu halde müruru zaman, kesilme gününden itibaren yeniden işlemeğe
başlar. Eğer müruru zamanı kesen muameleler müteaddid ise müruru zaman
bunların en sonuncusundan itibaren tekrar işlemeğe başlar. Ancak bu
sebepler müruru zaman müddetini 102 nci maddede ayrı ayrı muayyen olan
müddetlerin yarısının ilavesiyle baliğ olacağı müddetten fazla uzatamaz'
düzenlemesi bulunmaktaydı.
Ancak eski yasa döneminde, içtihatlarda iddianamenin düzenlenmesi ile zamanaşımının kesildiği kabul edilmişti.
3-Yürürlükten kaldırılan 1412 sayılı Ceza Yargılama Yasasında
iddianamenin kabule bağlı olduğu konusunda açık bir düzenleme
bulunmamaktaydı. Bu nedenle 765 sayılı TCY’da yer alan, 'maznun hakkında
son tahkikatın açılmasına dair olan karar veya C. müddeiumumisi
tarafından mahkemeye yazılan iddianame ile kesilir' (765, m.104/1)
düzenlemesinden hareketle, 765 sayılı TCY’nın 80 nci maddesindeki
“muhtelif zamanlarda” kavramının kesintiye uğramasına objektif bir ölçü
bulunmaya çalışılmıştı. Eski uygulamada da sadece iddianamenin
imzalanması değil, yargıç tarafından havale edilmesi ve kayda alınması
dikkate alınmıştı.
4-Yeni TCY’sı döneminde, 765 sayılı Yasada yer alan, zamanaşımının
kesilmesiyle ilgili olarak, 'son tahkikatın açılmasına dair olan karar
veya C. müddeiumumisi tarafından mahkemeye yazılan iddianame ile
kesilir' (765, m.104/1) biçiminde bir düzenleme değil; sadece, 'suçla
ilgili olarak iddianame düzenlenmesi' (5237, 67/2-c) denildi. Bu son
düzenlemede, iddianame dışında yer alan ve dava açan karar veya belgenin
zamanaşımını keseceğine ilişkin açık bir düzenleme yoktur. Hatta, dava
açılmasına ilişkin, kararla ilgili özel yasada da dava açan kararın
zamanaşımını keseceğine ilişkin açık bir düzenleme de bulunmamaktadır.
Örneğin, 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası’nın 53/1-c-2 nci maddesindeki
düzenlemeye göre, son soruşturmanın açılıp açılmamasına; 'a)
Yükseköğretim Kurulu Başkan ve üyeleri ile Yükseköğretim Denetleme
Kurulu Başkan ve üyeleri hakkında Danıştay’ın 2 nci Dairesi, b)
Üniversite rektörleri, rektör yardımcıları ile üst kuruluş genel
sekreterleri hakkında, Yükseköğretim Kurulu üyelerinden teşkil edilecek
üç kişilik kurul, c) Üniversite, fakülte, enstitü ve yüksekokul yönetim
kurulu üyeleri, fakülte dekanları ve dekan yardımcıları, enstitü ve
yüksekokul müdürleri ve yardımcıları ile üniversite genel sekreterleri
hakkında, rektörün başkanlığında rektörce görevlendirilen rektör
yardımcılarından oluşacak üç kişilik kurul, d) Öğretim elemanları,
fakülte, enstitü ve yüksekokul sekreterleri hakkında üniversite yönetim
kurulu üyeleri arasından oluşturulacak üç kişilik kurul, e) 657 sayılı
Devlet Memurları Kanununa tabi memurlar hakkında, mahal itibariyle
yetkili il idare kurulu, Karar verir'.
Bu örnek aldığımız düzenleme göstermektedir ki; iddianame dışında açılan
davalar bakımından, açıkça zamanaşımının kesileceğine ilişkin düzenleme
yoktur.
765 sayılı TCY’nın 104/1 nci maddesinde yer alan, 'son tahkikatın
açılmasına dair olan karar' kavramına yer verilmemiştir. Kuşkusuz yorum
yoluyla dava açan kararların da iddianame gibi zamanaşımını keseceğini,
eski uygulamalar gibi kabul etmek mümkündür. Ancak, böyle bir kabul (765
sayılı yasanın 104/1 nci maddesindeki gibi açık bir düzenleme
olmadığından), sanığın aleyhine olacağından, yasama organının eksik
düzenlemesinden söz etmek gerekir. Ayrıca, 2802 sayılı Yasa’nın 89 ncu
maddesine de bakılabilir.
5-Görüldüğü gibi, örnekler çoğaltılabilir. Bu açıklamada amacım; yasa
koyucunun TCY’nın 43/1 nci maddesinde “değişik zamanla” kavramına
açıklık getirmeme yanında, objektif bir ölçü olarak alınmak istenen
zamanaşımının kesilmesinde iddianame ile iddianame yerine geçen
karar/belge konusunda açıklığın bulunmamasıdır.
6-İddianameyle dava açılmasının zamanaşımını keseceğine ilişkin
düzenlemeden (5237, m.67/2-c) hareket edildiğinde de hukuki sorunlar
bitmemektedir. Çünkü, hukukumuzda iddianameyle davanın açılmış sayılması
süre veya karara bağlanmıştır.
Maddede, iddianameyle davanın açılmasına ilişkin düzenlemeden (5237,
m.67/2-c) sadece Cumhuriyet savcısının iddianameyi imzalamasıyla dava
açılmış sayılır gibi bir anlam çıkmaktadır.
Oysa, TCY’ndaki bu düzenlemeye karşın, 5271 sayılı Ceza Yargılama
Yasası’ndaki düzenlemede, iddianamenin iadesi, açıkça veya zımnen kabul
edilmesi benimsenmiştir.
a-İddianamenin İadesi Kararı
Bu düzenlemeye göre, 'Mahkeme tarafından, iddianamenin ve soruşturma
evrakının verildiği tarihten itibaren onbeş gün içinde soruşturma
evresine ilişkin bütün belgeler incelendikten sonra, eksik veya hatalı
noktalar belirtilmek suretiyle; (…) İddianamenin Cumhuriyet
Başsavcılığına iadesine karar verilir' (5271, m.174/1).
Maddede, iddianamenin iadesine karar verilemeyecek hal de kabul
edilmiştir. Buna göre, 'Suçun hukukî nitelendirilmesi sebebiyle
iddianame iade edilemez' (m.174/2).
Düzenlemede, iddianamenin belli bir süre içerisinde açıkça
reddedilmemesi halinde kabul edilmiş sayılacağına yer verilmiştir. buna
göre, 'En geç birinci fıkrada belirtilen süre sonunda iade edilmeyen
iddianame kabul edilmiş sayılır' (m.174/3).
Cumhuriyet savcısı, iddianamenin iadesi üzerine, kararda gösterilen
eksiklikleri tamamladıktan ve hatalı noktaları düzelttikten sonra,
kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilmesini gerektiren bir durumun
bulunmaması halinde, yeniden iddianame düzenleyerek dosyayı mahkemeye
gönderir. İlk kararda belirtilmeyen sebeplere dayanılarak yeniden
iddianamenin iadesi yoluna gidilemez (m.174/4).
İddianamenin iadesi kararına karşı Cumhuriyet savcısı itiraz edebilir (m.174/5).
Görüldüğü gibi, hukukumuzda dava iddianameyle açılmış olsa da,
iddianamenin imzalanmış olmasıyla dava açılmış sayılmamaktadır. Davanın
açılmış sayılabilmesi için, iddianamenin iade edilmemiş olması veya
zımni veya açıkça iddianamenin kabul edilmesine karar verilmiş olması
gerekir. İddianamenin açıkça veya kapalı/zımni olarak kabulü ile
kovuşturma evresi başlamış olacaktır.
Ceza Yargılama Yasası’ndaki düzenlemelere göre, 'Soruşturma: Kanuna göre
yetkili mercilerce suç şüphesinin öğrenilmesinden iddianamenin kabulüne
kadar geçen evreyi' (m.2/1-e) ve 'Kovuşturma: İddianamenin kabulüyle
başlayıp, hükmün kesinleşmesine kadar geçen evreyi' (m.2/1-f) ifade
eder. İddianameyle davanın açılması demek, soruşturmanın savcının
kanaatine göre bitirildiği demektir. Ancak, savcının soruşturmanın
bittiğine ilişkin kanaati her zaman tek başına anlam ifade etmeyip,
yargıcın iddianameyi iade etmemesi koşuluna bağlanmıştır. Kuşkusuz,
yargıca iddianameyi iade yetkisi verilmesi, savcının soruşturma yapma
yetkisine müdahale olarak nitelendirilebilir ve eleştirilebilir. Ancak,
tahkik sisteminin kalıntısı olarak kabul edilebilecek bu düzenleme,
yasada açıkça kabul edildiğine göre, iddianamenin düzenlenmesi tek
başına her koşulda zamanaşımını kesememekte/ kesmemektedir.
Örneğin, iddianamenin düzenlenmesi zamanaşımını kesmiş olsaydı,
iddianamenin iadesi halinde de zamanaşımının kesildiğinin kabul edilmesi
gerekirdi. Öğretide, kabulüne karar verilmesi kaydıyla iddianamenin
düzenlenmesinin zamanaşımını keseceğinin kabul edilmesi
benimsenmektedir. Hatta kimi görüşlere göre, iddianamenin kabulüne
ilişkin karar da tek başına zamanaşımını kesmemekte olup, esasa kaydı da
gerekmektedir.
Nitekim, CGK’nun 2010/7-250, 2011/53 sayı ve 19.4.2011 günlü kararında,
iddianame 10.4.2006 tarihinde düzenlenir ve mahkemece aynı gün iade
edilir. İddianamenin iadesi kararına karşı yapılan itiraz başvurusu
üzerine, itiraz 26.4.2006 günü kabul edildiği halde, davanın açılmış
sayıldığı tarih, iddianamenin düzenlendiği 10.4.2006 günü değil,
iddianamenin iadesine karar veren mahkemenin esasına yeniden kaydın
yapıldığı 01.05.2006 günü olarak kabul edilmiştir. Yani, CGK bu
kararında, iade edilen iddianamenin düzenlendiği tarih değil, itiraz
evresi geçildikten sonra ve iddianamenin düzenlendiği tarihten 21 gün
sonraki bir tarihte davanın açılmış sayılmasını kabul etmiştir. Bu durum
göstermektedir ki, iddianamenin düzenlendiği tarih davanın açılmış
sayıldığı tarih değildir. Yine bu içtihat göstermektedir ki, itiraz bir
yasa yolu olmasına karşın, itirazın kabulünde bile, iddianamenin
düzenlendiği tarihe geri dönülmemektedir/dönülmemiştir. Bu itibarla,
iddianamenin kabulünün benimsendiği bir sistemde, özellikle somut
olayımız bakımından, iddianamenin düzenlendiği tarihin zamanaşımını
kestiğinin kabul edilmesi, sistem içerisinde bir kısır döngü
oluşturmaktadır. Bu kısır döngülü bir düzenlemede, sanığın aleyhine
sonuç doğurabilecek bir yorum tarzının benimsenmemesi uygun olur.
Ayrıca, kovuşturmaya yer olmadığına karar verilmesi ve bu karara itiraz
üzerine verilen karar nedeniyle de davanın açılması kabul edilmiştir.
b-Kovuşturmaya Yer Olmadığına İlişkin Karara İtiraz Üzerine Davanın Açılması
Cumhuriyet savcısı, soruşturma evresi sonunda, kamu davasının açılması
için yeterli şüphe oluşturacak delil elde edilememesi veya kovuşturma
olanağının bulunmaması hallerinde kovuşturmaya yer olmadığına karar
verir. Bu karar, suçtan zarar gören ile önceden ifadesi alınmış veya
sorguya çekilmiş şüpheliye bildirilir. Kararda itiraz hakkı, süresi ve
mercii gösterilir (m.172/1). Kovuşturmaya yer olmadığına dair karar
verildikten sonra yeni delil meydana çıkmadıkça, aynı fiilden dolayı
kamu davası açılamaz (m.172/2). Kovuşturmaya yer olmadığına dair kararın
etkin soruşturma yapılmadan verildiğinin Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesinin kesinleşmiş kararıyla tespit edilmesi üzerine, kararın
kesinleşmesinden itibaren üç ay içinde talep edilmesi halinde yeniden
soruşturma açılır (m.172/3).
Suçtan zarar gören, kovuşturmaya yer olmadığına dair kararın kendisine
tebliğ edildiği tarihten itibaren onbeş gün içinde, bu kararı veren
Cumhuriyet savcısının yargı çevresinde görev yaptığı ağır ceza
mahkemesinin bulunduğu yerdeki sulh ceza hakimliğine itiraz edebilir
(m.173/1).Sulh ceza hakimliği istemi yerinde bulursa, Cumhuriyet savcısı
iddianame düzenleyerek mahkemeye verir (m.173/4). Ancak, Cumhuriyet
savcısının kamu davasının açılmaması hususunda takdir yetkisini
kullandığı hallerde bu madde hükmü uygulanmaz (m.173/5).
7-TCY’nın 43/1, 67/2-c; CYY’nın 2/1-e-f, 171 vd. maddeleri birlikte
değerlendirildiğinde, somut olayımız bakımından, iddianamenin kabul
edildiği tarihten iki gün önce aynı kasıtla, kısa süre aralıklarla, aynı
mağdura karşı işlenmiş suçla ilgili olarak zincirleme suç hükmü yerine
gerçek içtima kuralının uygulanması, yasalarda yer alan ve açık,
anlaşılabilir olmayan hükümlerin sanık aleyhine yorumlanması sonucunu
doğurmaktadır.
Yasaları yasama organı kabul eder; ancak yorumlayarak somutlaştırma
yetkisini yargıçlar kullanırlar. Yargıçlar, yasalarda yer alan ve açık
olmayan hükümleri, kuşkusuz yasama organının iradesine uygun
yorumlamakla görevlilerdir. Ancak, yargıçlar, kavramlardaki
kapalılığı/açık olmamayı yorumlamak zorundadırlar.
Burada, TCYnın 67/2-c maddesinin, sadece 'suçla ilgili olarak iddianame
düzenlenmesi'nin zamanaşımını keseceği yönünde bir 'şekli yorum'la mı;
yoksa, iddianameyle açılan davanın kovuşturmayı başlatacak şekle gelmesi
(iddianamenin açıkça veya zımnen/kapalı biçimde kabul edilmesi)
biçiminde, özsel/içeriksel bir yorumdan hareketle mi yorumlanması
gerektiği konusunda bir tercihte bulunulması gerekir.
Yasa hükmünün konuş nedeni/amacı belirlenerek, düzenlemeden yararlanacak
kimsenin (mağdur veya sanık gibi), yararlanmasına uygun bir yorum
yönteminin kabul edilmesi gerekir.
8-Diğer yandan, yasa koyucunun anlamı açık olmayan düzenlemesinin yargıç
tarafından anlaşılır hale getirilerek uygulanması gerekmektedir.
Hukuk kuralı 'soyut ve genel' veya 'somut ve özel olabilir' (Sabine
CARRE, Stage de philosophie: Le Droit, Vendredi 20 mars 2009,
L’interprétation En Droit;
com/dissertations/Interpretation-En-Droit/501887.html; Siteyi Ziyaret
Tarihi:17.3.2015). Her iki halde de kuralın yorumu gerekir Ancak, kural
soyut ve genel ise, ki yukarıda belirttiğim kurallar oldukça soyut,
yoruma ihtiyaç daha fazladır. Öyleyse, hukuk metninin yorumu yolu ile
adil bir sonuca ulaşmak gerekecektir.
Bu konuda, Ord. Prof. Dr. Andreas B. SCHWARZ' in
hukukçulara yönelik şu uyarısının dikkate alınmasında yarar var: 'Somut
olayda hukuk kurallarına dayanarak vardığınızı sandığınız sonuç yada
çözüm, akıl ve mantığa, hakkaniyete, gereksinmelere, böylece hukuka
güveninize ters düşüyorsa, hukuktan değil, kendi hukukçuluğunuzdan kuşku
duymalısınız. Gerçekten de, modern hukukta, başta Medeni Yasanın 2.nci
maddesindeki Dürüstlük Kuralı, doğru yorumlama yöntemleri ve yargıcın
takdir hakkı, size, akıl ve mantığa, hakkaniyete, gereksinmelere,
böylece hukuka güveninize uygun bir çözümü kesinlikle sunacaktır. Onu
arayıp bulmak size düşer' ( style="font-size:14px" sizex="3">. turkhukuksitesi. Com/ showthread.php?t=1382&page=2; Siteyi Ziyaret Tarihi: 17.3.2015).
Yorum işlemi hukukun tabiatıdır; kavramın anlama sahip olması,
yorumlanmış olmasını gerektirmektedir (Gilles WALERS: Entreesprit et
lettre: Le juge et l’interprétationducontrat en droitfrançais et en
droitaméricain (uneétudecomparative), Sous la direction de Monsieur le
Professeur Dr. MartijnHesselink, s.2;
Fr/wp-
content/uploads/2011/04/Memoire-%20l'interpr%C3%A9tation%20_Gilles_Walers.pdf?aa02
26, Siteyi Ziyaret Tarihi: 17.3.2015).
Yorumun nasıl olması gerektiği konusu tartışma yaratabilir. Yasa
maddelerinin açık olmayışı karşısında, adalete/hakkaniyete uygun bir
yorum yönteminin tercih edilmesi gerekecektir. Çünkü, 'hukuk normu,
kanun koyucunun kabul ettiği ve resmi gazetede yayınlanan metin değil,
ama bu metnin içerdiği normdur. Bu normun ne olduğunu söyleyen ise kanun
koyucu değil, hakimdir' (Gözler, Kemal: Hukukun Genel Teorisine Giriş:
Hukuk Normlarının Geçerliliği ve Yorumu Sorunu, Ankara, US-A Yayıncılık,
1998 s.224; Siteyi Ziyaret Tarihi:17.3.2015).
Yasanın genel hükümlerinin yorumunda, göz önünde bulundurulacak husus,
normun ratiosu (normun konuş amacı) ölçütüdür. Bu nedenle yorumu, normun
amacının saptanması/belirlenmesi olarak tanımlamak mümkündür. Normun
amacından hareket edilmesi yorumda keyfiliği önler (Hafızoğulları, Zeki:
'Yeni Türk ceza Kanununun Yorumu Meselesi', Türk Hukuk Kurumu
Yetmişbirinci Yılı Armağanı, Türk Hukuk Kurumu Yayınları, 9 Nisan 2005,
Ankara, s.77-78).
Bu nedenle, yasa maddelerindeki bu anlaşılamazlığın yorum yoluyla anlaşılabilir hale getirilmesi gerekir.
9-Yasa metninin anlaşılabilirliği için, somut olayımız bakımından,
'iddianamenin düzenlenmesi' kavramının ne demek istediğinin (TCY,
m.67/2-c), CYY’nın yukarıda belirttiğimiz maddelerindeki düzenlemelerle
belirginleştirilmesi gerekir. Bu durumda, TCY’nın 43/1 nci maddesindeki
'değişik zamanlarda' kavramının, artık değişik zaman sayılamayacak bir
zaman dilimini ifade edebilmesi için, TCY’nın 67/2-c maddesindeki
düzenleme gereğince kesen işlemin belirginleştirilmesi zorunludur.
TCY’nın 67/2-c maddesinde yer alan 'iddianamenin düzenlenmesi'
kavramının, sadece maddede yer aldığı şekliyle değil, iddianamenin kabul
edilmesi ve soruşturmanın sonlanmış sayılacağı tarihte
düzenlendiğinin/düzenlenmiş sayılmasının kabulü sanığın lehine
olacaktır. Böyle bir yorum şeklinin kabulü karşısında da, somut olayımız
bakımından, aynı suçun aynı kişiye karşı değişik tarihlerde birden
fazla işlenmiş sayılması gözetilerek, hakkında TCY’nın 43/1 nci
maddesinin uygulanması gerekecektir.
İddianamenin iadesinin mümkün olması karşısında, iade kararının
verilmesi halinde davanın açılmış sayılması söz konusu olamayacaktır.
Öyleyse, TCY’nın 67/2-c maddesindeki düzenleme tek başına yeterli
olmayıp, CYY’nın iddianameyle ilgili hükümlerinin de dikkate alınması
gerekecektir.
10- Sanık, 10.5.2009 tarihli fiili gerçekleştirmiş ve hakkında
13.05.2009 günlü iddianameyle dava açılmış, iddianamenin düzenlendiği
tarihten itibaren 15 günlük süre dolmadan, 26.05.2009 günlü kararla
iddianamenin kabulüne karar verilmiştir. Sanığın aynı mağdura karşı aynı
suçla ilgili ikinci fiili ise, 24.5.2009 tarihte gerçekleştirilmiştir.
Dolayısıyla ikinci fiil, iddianamenin kabul tarihinden önce gerçekleşmiş
olduğu için, 43/1 nci maddedeki “değişik zaman” kavramı henüz kesintiye
uğramamıştır. Yasada açık hüküm olmadığı halde, yorum yoluyla, davanın
açılmış sayılma tarihinin iddianamenin kabul tarihinden öne çekilerek,
yani davanın iddianamenin düzenlendiği tarihe çekilmesi, somut olay
bakımından sanığın aleyhine sonuç vermektedir. Oysa, iddianamenin
kabulüne karşın, henüz dava mahkemenin esasına kaydedilmiş değildir.
Nitekim yukarıda örneklediğimiz CGK’nun 2010/7-250, 2011/53 sayı ve
19.4.2011 günlü kararında esasa kaydedilme tarihi benimsenmiştir.
11-TCY’nın 67/2-c maddesinde yer alan ve zamanaşımını kesen husus,
'iddianamenin düzenlenmesi' olarak belirtilmiş ise de; bunu iddianame
ile dava açılması olarak anlamak gerekir. Dava ise, iddianamenin
düzenlenmesi ile açılmış sayılmayıp, iddianame, 5271 sayılı CYY’nın
174/3 ncü maddesi gereğince zımni veya 175/1 nci maddesi gereğince
açıkça kabul edilmiş olursa açılmış sayılır. Davanın açılması ile de
soruşturma evresi biter ve kovuşturma evresi başlar.
'İddianamenin kabulüyle, kamu davası açılmış olur ve kovuşturma evresi
başlar' (CYY, m.175/1). CYY’nın 175/1 nci maddesindeki bu düzenleme,
açıkça davanın açılmış sayıldığı ve kovuşturmanın başladığı tarihi
gösterdiğinden, davanın iddianamenin düzenlendiği tarihe çekilmesi kabul
edilemez. CYY’nın 175/1 nci maddesindeki bu düzenleme ile, 2/1-e-f
maddesinde yer alan, 'Soruşturma: Kanuna göre yetkili mercilerce suç
şüphesinin öğrenilmesinden iddianamenin kabulüne kadar geçen evreyi';
'Kovuşturma: İddianamenin kabulüyle başlayıp, hükmün kesinleşmesine
kadar geçen evreyi' ifade eder düzenlemeleri birlikte
değerlendirildiğinde, iddianame kabul edilmeden önceki evrede (iddianame
düzenlenmiş olmasına karşın), kamu davası açılmış sayılamayacağından/
sayılmadığından, zamanaşımını kesen süre de başlamamış olmaktadır. Bu
durumda ise, sanığın, iddianamenin kabulünden önceki tarihte verdiği
karar üzerine işlemiş olduğu suç için, gerçek içtima değil, zincirleme
suç hükmünün uygulanması gerekir (m.43/1).
12-Bir başka açıdan, ceza sistemimizde iddianamenin iadesinin
benimsenmesi ve iddianamenin mahkemenin zımni veya açık kabulüne bağlı
kabul edilmesi, savcının sadece iddianameyi düzenlemesiyle kamu
davasının açılmış sayılamayacağını göstermektedir.
Bu nedenle, iddianamenin kabulü ile kamu davasının açılmış sayılmasına
ilişkin açık düzenlemelere rağmen (CYY, m.175/1; m.2/1-f), zamanaşımını
kesen tarihin, iddianamenin kabulü tarihi yerine, iddianamenin kabulü
kaydıyla düzenlendiği tarihte davanın açılmış sayılması, yasa maddesine
ilave etmek demektir.
13-Duruşmanın başlaması konusunda özel düzenleme getirilmiştir. Buna
göre, 'Mahkeme başkanı veya hakim, duruşmanın başladığını, iddianamenin
kabulü kararını okuyarak açıklar' (CYY, m.191/1). Sonra, “İddianame veya
iddianame yerine geçen belge okunur” (CYY, m.191/3-b). Bu
düzenlemelerde iddianamenin düzenlendiği tarihe değil, kabulüne verilen
önem ve içeriğine işaret edilmiştir. Oysa, eski yasalar döneminde,
iddianamenin kabulü söz konusu olmadığı için, iddianamenin okunması
yeterliydi; yeni sistemde ise, iddianamenin kabulü benimsendiği için,
duruşmanın başlangıcında iddianamenin kabulünün sanığa okunması olarak
kabul edilmiştir.
Sonuç olarak, somut olayımızda, iddianamenin kabulünden iki gün önce
işlenmiş suçun, aynı mağdura karşı gerçekleştirildiği gözetilerek,
iddianamenin düzenlendiği tarihte değil, kabul edildiği tarihte
zamanaşımının kesildiğinin kabulü ile, sanık hakkında TCY’nın 43/1 nci
maddesi gereğince zincirleme suç hükmünün uygulanması gerektiği
kanaatiyle, Ceza Genel Kurulu’nun yüksek çoğunluğunun görüşüne iştirak
edilmemiştir." düşüncesiyle,
Çoğunluk görüşüne katılmayan sekiz Genel Kurul Üyesi de; benzer
düşüncelerle yerel mahkeme direnme hükmünün bozulması gerektiği yönünde
karşıoy kullanmışlardır.
Sonuç: Açıklanan nedenlerle,
1- Usul ve kanuna uygun olan Salihli 2. Asliye Ceza Mahkemesinin 30.04.2013 gün ve 385-306 sayılı direnme hükmünün ONANMASINA,
2- Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığına TEVDİİNE, 10.03.2015 tarihinde yapılan ilk müzakerede
yeterli çoğunluk sağlanamadığından 17.03.2015 tarihinde yapılan ikinci
müzakerede oybirliğiyle karar verildi.