Ceza Genel Kurulu 2012/1283 E. , 2014/430 K.
"İçtihat Metni"Mahkemesi : Yargıtay 4. Ceza DairesiGünü : 24.05.2012Sayısı : 5-22
Sanık S.. D..'nin zincirleme şekilde görevi kötüye kullanma suçundan
5237 sayılı TCK'nun 257/2, 43/1, 62/1, 50/1, 52/4 ve 53/5. maddeleri
uyarınca 3.740 TL adli para cezası ile cezalandırılmasına,
taksitlendirmeye ve hak yoksunluğuna, kamu görevlilerine karşı
görevinden dolayı hakaret suçundan ise beraatına ilişkin, Yargıtay 4.
Ceza Dairesince verilen 24.05.2012 gün ve 5-22 sayılı hüküm, sanık ve
katılanlar vekilleri tarafından temyiz edilmiş olup, Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığının 28.09.2012 gün ve 17219 sayılı, "onama" istemli
tebliğnamesiyle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza
Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara
bağlanmıştır. Yargıtay Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken
uyuşmazlık; sanığın görevi kötüye kullanma ve kamu görevlilerine karşı
görevlerinden dolayı hakaret eylemlerinin sabit olup olmadığının
tespitine ilişkindir. 1) Sanığın kamu görevlilerine karşı görevlerinden dolayı hakaret suçunun sabit olup olmadığı:İncelenen dosya kapsamından;
You Tube isimli internet sitesinde, sanığın katılanlara yönelik olarak
hakaret içeren sözler söylediğine ilişkin ses kaydının yayınladığı,
Bu ses kaydıyla ilgili 07.03.2008 tarihli gazetelerde yer alan haberler
ile isimsiz bir ihbar mektubu üzerine Ankara Cumhuriyet Savcısı olarak
görev yapan ve suç tarihi itibarıyla birinci sınıf olan sanık hakkında
2802 sayılı Kanun hükümleri uyarınca usulüne uygun olarak soruşturma
başlatıldığı, Emniyet Genel Müdürlüğü Kriminal Polis Laboratuarları
Daire Başkanlığı tarafından tanzim edilen raporda; internette yayınlanan
ses kaydı ile sanığın sesi arasında benzerlikler bulunduğu, söz konusu
seslerin sanığa ait olduğunun kuvvetle mümkün ve muhtemel olduğu, kaydın
montaj olup olmadığına ilişkin yapılan değerlendirmede; kayıtta çok
sayıda kesintiye rastlanılmadığı, kayıt içinde yer alan ses ve
konuşmalar üzerinde konu bütünlüğünü bozacak sözcük veya diğer seslerin,
ikinci bir kayıttan alınarak eklenmesi yoluyla oluşturulabilecek
müdahalenin bulunmadığı, ancak kayıt içinde yer alan ve zaman aralıkları
belirtilen kısımlar üzerinde muhtemel kurgulamalar yapıldığı, seslerin
konuşmacıların bulunduğu fiziki ortamda akustik imkânlarla kaydedildiği,
telefon ya da benzeri iletişim ortamlarının kullanılması yolu ile
gerçekleştirilmediği, ortamda konuşmacı dışında en az iki kişi
bulunduğunun ifade edildiği, Adli Tıp Kurumu Fizik İhtisas
Dairesince düzenlenen raporda; incelemeye konu ses örneğinin sanığa ait
olduğunun kuvvetle mümkün ve muhtemel olduğu, tam tanımaya yakın
benzerlik görüldüğü, anlam bütünlüğünü bozacak şekilde kelime veya
seslerin montajlanarak ilave edilmesiyle yapılan ekleme bulunmadığı,
kesintilerle ayrılmış bölümlerde konuşmaların kendi içerisinde tutarlı
bulunduğu, dip gürültü ve arka plan seslerinin akıcılığının kesilmediği,
konuşma aralarındaki kesintilerden muhtemel kurgulamaların yapıldığının
anlaşılabileceği, konuşmaların telefon ya da benzeri bir iletişim
aracından kaydedildiğine ilişkin herhangi bir bulguya rastlanmadığı,
konuşmacının bulunduğu ortamda kaydedildiği ve sanık dışında en az iki
konuşmacının ayırt edilebildiğinin belirtildiği, Anlaşılmaktadır.
Tanık H. Ş.; Ankara Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı olarak görev yaptığını,
Cumhuriyet Savcısı Ş. Ö.'ın odasında adlarını bilmediği iki polis ve
iki istihbarat görevlisiyle, o tarihlerde meydana gelen terör olaylarını
konuştuklarını, sanığın; "ben olsam tutuklatırdım, niye tutuklanmıyor"
dediğini, suça konu olduğu ileri sürülen sözlerin kendisinin yanında
söylenmediğini beyan etmiş, Tanık Ş. Ö ; Ankara Cumhuriyet Savcısı
olarak görev yaptığını ve sanığı tanıdığını, sanığın küfürlü
konuşmalarına şahit olmadığını, iki yıl önce özel yetkili hâkim ve
Cumhuriyet savcılarının konuşmalarının ortam dinlemesi yoluyla
kaydedildiğini duyduğunu, suça konu olayı basından öğrendiğini,
konuşmaların montajlandığı izlenimi edindiğini, ancak bazı sözlerin
sanığa ait olduğunu, kaydın bir yerinde çay bardağı karıştırılması sesi
geldiğini, oysa işyerinde plastik bardak kullandıklarını, mesai
sonrasında çay ocağından cam bardak ile çay aldıklarını, bu nedenle
kaydın mesai saati dışında yapılmış olabileceğini belirtmiş, Sanık; internet sitesinde yayınlanan ses kayıtlarının montaj olduğunu ve kendisine ait olmadığını savunmuştur.
Uyuşmazlık konusunda isabetli bir hukuki çözüme ulaşılması bakımından
öncelikle, Ceza Muhakemesi Kanununda koruma tedbirleri arasında yer alan
telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin denetlenmesi, gizli
soruşturmacı ve teknik araçlarla izleme tedbirlerinin ele alınması
gerekmektedir. Telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin
denetlenmesi, mevzuatımızda yalnızca 30.07.1999 tarih ve 4422 sayılı
Çıkar Amaçlı Suç Örgütleriyle Mücadele Kanununda sayılı örgütlü suçlar
için düzenlenmiş iken, özellikle çıkar amaçlı ve örgütlü suçlulukla daha
etkin şekilde mücadele edilebilmesi amacıyla, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uygun bir
düzenlemeye ihtiyaç duyulması sonucu, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi
Kanununun 135 ilâ 138. maddelerinde bir koruma tedbiri olarak yeniden
düzenlenmiş, 135. maddede; iletişimin tespiti, dinlenmesi, kayda
alınması, sinyal bilgilerinin değerlendirilmesi tedbirine yer verilip,
söz konusu tedbirlerin yerine getirilme şartları ve usulü hükme
bağlanmış, bu konuya ilişkin olarak verilecek kararların kapsamı ve
uygulama süresine yönelik ayrıntılı düzenleme yapılmıştır. CMK'nun 136.
maddesinde, 135. maddede sayılan tedbirlerin uygulanmasına dair şüpheli
veya sanığın müdafii için öngörülen istisnalar hüküm altına alınmış,
137. maddesinde telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin tespiti,
dinlenmesi, kayda alınması kararlarının ne suretle icra edileceği, kayda
alınan iletişim muhtevasının yazıya dökülmesi, işlemlere son verilmesi,
iletişimin içeriğine ilişkin kayıtların yok edilmesi ve ilgililerine
bilgi verilmesi düzenlenmiş, aynı kanunun 138. maddesinde tesadüfen elde
edilen deliller, 139. maddesinde gizli soruşturmacı görevlendirilmesi,
140. maddesinde ise teknik araçlarla izleme konuları hükme bağlanmıştır.
Ceza Muhakemesi Kanununda Öngörülen Telekomünikasyon Yoluyla İletişimin
Denetlenmesi, Gizli Soruşturmacı ve Teknik Araçlarla İzleme
Tedbirlerinin Uygulanmasına İlişkin Yönetmeliğin 4. maddesinin (e)
bendinde iletişimin dinlenmesi ve kayda alınması; "Telekomünikasyon
yoluyla gerçekleştirilmekte olan konuşmaların dinlenmesi ve kayda
alınması ile diğer her türlü iletişimin uygun teknik araçlarla
dinlenmesi ve kayda alınmasına yönelik işlemler" olarak tanımlanmıştır. CMK'nun 135. maddesinin altıncı fıkrası suç ve hüküm tarihi itibarıyla;"Bu
madde kapsamında dinleme, kayda alma ve sinyal bilgilerinin
değerlendirilmesine ilişkin hükümler ancak aşağıda sayılan suçlarla
ilgili olarak uygulanabilir:a) Türk Ceza Kanununda yer alan; 1. Göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti (madde 79, 80), 2. Kasten öldürme (madde 81, 82, 83),3. İşkence (madde 94, 95),4. Cinsel saldırı (birinci fıkra hariç, madde 102), 5. Çocukların cinsel istismarı (madde 103),6. Uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti (madde 188),7. Parada sahtecilik (madde 197),8. Suç işlemek amacıyla örgüt kurma (iki, yedi ve sekizinci fıkralar hariç madde 220)9. Fuhuş (madde 227, fırka 3),10. İhaleye fesat karıştırma (madde 235),11. Rüşvet (madde 252),12. Suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama (madde 282),13. Silahlı örgüt veya bu örgütlere silah sağlama (madde 314, 315),14. Devlet sırlarına karşı suçlar ve casusluk (madde 328, 329, 330, 331, 333, 334, 335, 336, 337) suçları.b) Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkında Kanunda tanımlanan silah kaçakçılığı (madde 12) suçları.c) Bankalar Kanununun 22 nci maddesinin (3) ve (4) numaralı fıkralarında tanımlanan zimmet suçu,d) Kaçakçılıkla Mücadele Kanununda tanımlanan ve hapis cezasını gerektiren suçlar.e)
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun 68 ve 74 üncü
maddelerinde tanımlanan suçlar" şeklinde düzenlenmiş olup, fıkrada
iletişimin dinlenmesi, kayda alınması ve sinyal bilgilerinin
değerlendirilmesine ilişkin hükümlerin uygulanabileceği suçlar açıkça
belirtilmiştir. Buna göre; dinleme, kayda alma ve sinyal bilgilerinin
değerlendirilmesi koruma tedbirlerine sadece fıkrada sınırlı olarak
sayılan suçlar açısından başvurulabilirken, iletişimin tespiti tedbiri
bakımından bir suç sınırlaması bulunmayıp, şartların varlığı halinde
bütün suçlar yönüyle bu tedbire başvurulması mümkündür. Bu aşamada
23.07.2005 gün ve 25884 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe
giren 5397 sayılı Kanunla 2559, 2803 ve 2937 sayılı Kanunda yapılan
değişiklikle gündeme gelen, amacı suç işlenmesinin önlenmesi olan ve
öğreti ve uygulamada "önleme dinlemesi" olarak adlandırılan iletişimin
denetlenmesi üzerinde durulmalıdır. 5397 sayılı Kanunla, 2559 sayılı
Polis Vazife ve Selâhiyet Kanunu ve 2803 sayılı Jandarma Teşkilat Görev
ve Yetkileri Kanununa eklenen maddeler ile; jandarmanın ve polisin
görevlerini yerine getirirken, önleyici ve koruyucu tedbirleri almak
üzere sadece sorumluluk alanlarında, casusluk suçları hariç 5271 sayılı
Ceza Muhakemesi Kanununun 250. maddesinin birinci fıkrasının a, b ve c
bentlerinde yazılı suçların işlenmesinin önlenmesi amacıyla, hâkim
kararı veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde Emniyet Genel Müdürü,
Jandarma Genel Komutanı ya da İstihbarat Başkanının yazılı emriyle,
telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin tespit edilebileceği,
dinlenebileceği, sinyal bilgilerinin değerlendirilebileceğini ve kayda
alınabileceği, 2803 sayılı Kanunun Ek 5. maddesinin altıncı, 2559 sayılı
Kanunun Ek 7. maddesinin yedinci fıkrasıyla; bu madde hükümlerine göre
yürütülen faaliyetler çerçevesinde elde edilen kayıtların, maddenin
birinci fıkrada belirtilen amaçlar dışında kullanılamayacağı hüküm
altına alınmıştır. 5271 sayılı Kanunda düzenlenen koruma tedbirleri
arasında yer alan ve işlenmiş ya da işlenmekte olan bir suça ilişkin
delil elde etme amacını güden iletişimin denetlenmesi ile 5397 sayılı
Kanunla getirilen önleme amaçlı iletişimin tespiti arasındaki en önemli
fark; 5271 sayılı CMK ile düzenlenen iletişimin tespiti, denetlenmesi ve
kayda alınmasının amacının, işlenmiş veya işlenmekte olan suça ilişkin
delil elde etmek olmasına karşın, 5397 sayılı Kanunla getirilen önleme
amaçlı iletişimin tespiti ve denetlenmesi sonucunda ulaşılan bulguların,
2803 sayılı Kanunun Ek 5. maddesinin altıncı ve 2559 sayılı Kanunun Ek
7. maddesinin yedinci fıkrası uyarınca yalnızca; "emniyet ve asayiş ile
kamu düzenini sağlamak, korumak ve kollamak, kaçakçılığı men, takip ve
tahkik etmek, suç işlenmesini önlemek için gerekli tedbirleri almak ve
uygulamak, ceza infaz kurumları ve tutukevlerinin dış korunmalarını
yapmak" şeklinde sayılan mülki görevlerin ifası amacıyla
kullanılabileceğidir.Önleme amaçlı iletişimin tespiti ve
denetlenmesi sonucunda ulaşılan bulgularla bir suç işlendiğinin
anlaşılması karşısında, elde edilen bu bulgular, 5397 sayılı Kanunun 1
ve 2. maddeleri uyarınca, kanunun öngördüğü amaçlar dışında ve bu arada
bir ceza soruşturması veya kovuşturmasında delil olarak
kullanılamayacağından, anılan düzenlemenin gerekçesinde de açıkça
belirtildiği üzere, kolluk görevlilerince durum derhal adli birimlere
bildirilmeli ve somut olayın özelliğine göre Cumhuriyet savcılığınca
gerek görülürse bu bilgilerden hareketle soruşturmaya başlanılmalıdır.
Suç ve hüküm tarihindeki yasal düzenlemelere göre Ceza Muhakemesi
Kanununun "Gizli soruşturmacı görevlendirilmesi" başlıklı 139. maddesi;
1) Soruşturma konusu suçun işlendiği hususunda kuvvetli şüphe
sebeplerinin bulunması ve başka suretle delil elde edilememesi hâlinde
kamu görevlileri gizli soruşturmacı olarak görevlendirilebilir. Bu madde
uyarınca yapılacak görevlendirmeye ağır ceza mahkemesince oy birliğiyle
karar verilir. İtiraz üzerine bu tedbire karar verilebilmesi için de oy
birliği aranır. 2) Soruşturmacının kimliği değiştirilebilir. Bu
kimlikle hukukî işlemler yapılabilir. Kimliğin oluşturulması ve devam
ettirilmesi için zorunlu olması durumunda gerekli belgeler
hazırlanabilir, değiştirilebilir ve kullanılabilir. 3) Soruşturmacı
görevlendirilmesine ilişkin karar ve diğer belgeler ilgili Cumhuriyet
Başsavcılığında muhafaza edilir. Soruşturmacının kimliği, görevinin sona
ermesinden sonra da gizli tutulur. 4) Soruşturmacı, faaliyetlerini
izlemekle görevlendirildiği örgüte ilişkin her türlü araştırmada
bulunmak ve bu örgütün faaliyetleri çerçevesinde işlenen suçlarla ilgili
delilleri toplamakla yükümlüdür. 5) Soruşturmacı, görevini yerine
getirirken suç işleyemez ve görevlendirildiği örgütün işlemekte olduğu
suçlardan sorumlu tutulamaz. 6) Soruşturmacı görevlendirilmesi
suretiyle elde edilen kişisel bilgiler, görevlendirildiği ceza
soruşturması ve kovuşturması dışında kullanılamaz. 7) Bu madde hükümleri ancak aşağıda sayılan suçlarla ilgili olarak uygulanabilir: a) Türk Ceza Kanununda yer alan; 1. Uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti (madde 188), 2. Suç işlemek amacıyla örgüt kurma (iki, yedi ve sekizinci fıkralar hariç, madde 220), 3. Silahlı örgüt (madde 314) veya bu örgütlere silah sağlama (madde 315). b) Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkında Kanunda tanımlanan silah kaçakçılığı (madde 12) suçları.c) Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun 68 ve 74 üncü maddelerinde tanımlanan suçlar","Teknik araçlarla izleme" başlığını taşıyan 140. maddesi de;1)
Aşağıdaki suçların işlendiği hususunda kuvvetli şüphe sebepleri
bulunması ve başka suretle delil elde edilememesi hâlinde, şüpheli veya
sanığın kamuya açık yerlerdeki faaliyetleri ve işyeri teknik araçlarla
izlenebilir, ses veya görüntü kaydı alınabilir:a) Türk Ceza Kanununda yer alan; 1. Göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti (madde 79, 80), 2. Kasten öldürme (madde 81, 82, 83), 3. Uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti (madde 188), 4. Parada sahtecilik (madde 197), 5. Suç işlemek amacıyla örgüt kurma (iki, yedi ve sekizinci fıkralar hariç madde 220) 6. Fuhuş (madde 227, fıkra 3), 7. İhaleye fesat karıştırma (madde 235), 8. Rüşvet (madde 252), 9. Suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama (madde 282), 10. Silahlı örgüt veya bu örgütlere silah sağlama (madde 314, 315), 11. Devlet sırlarına karşı suçlar ve casusluk (madde 328, 329, 330, 331, 333, 334, 335, 336, 337)Suçları. b) Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkında Kanunda tanımlanan silah kaçakçılığı (madde 12) suçları.c) Kaçakçılıkla Mücadele Kanununda tanımlanan ve hapis cezasını gerektiren suçlar.d) Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun 68 ve 74 üncü maddelerinde tanımlanan suçlar.
2) Teknik araçlarla izlemeye hâkim, gecikmesinde sakınca bulunan
hallerde Cumhuriyet savcısı tarafından karar verilir. Cumhuriyet savcısı
tarafından verilen kararlar yirmidört saat içinde hâkim onayına
sunulur. 3) Teknik araçlarla izleme kararı en çok dört haftalık süre
için verilebilir. Bu süre gerektiğinde bir hafta daha uzatılabilir.
Ancak örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlarla ilgili olarak
gerekli görülmesi hâlinde, hâkim yukarıdaki sürelere ek olarak her
defasında bir haftadan fazla olmamak üzere sürenin müteaddit defalar
uzatılmasına karar verebilir. 4) Elde edilen deliller, yukarıda
sayılan suçlarla ilgili soruşturma ve kovuşturma dışında kullanılamaz;
ceza kovuşturması bakımından gerekli olmadığı taktirde Cumhuriyet
savcısının gözetiminde derhâl yok edilir. 5) Bu madde hükümleri, kişinin konutunda uygulanamaz" şeklinde düzenlenmiştir.Bu
kanuni düzenlemeler göz önünde bulundurulduğunda, gerek gizli
soruşturmacı görevlendirilmesi, gerekse teknik araçlarla izleme koruma
tedbirlerine yalnızca söz konusu maddelerde sınırlı olarak sayılan
suçlar bakımından başvurulabilecektir. CMK'nun 140. maddesinin
birinci ve beşinci fıkraları birlikte değerlendirildiğinde, kişilerin
kamuya açık olmayan yerler ile konut veya konut niteliğinde kabul edilen
yerlerdeki faaliyetleri için teknik araçlarla izleme koruma tedbirine
müracaat edilmesi mümkün değildir. Bu tür yerlerde dışarıdan veya
içeriden müdahale ile teknik araçlarla izleme, ses veya görüntü kaydı
yapılması, teknik izleme konusunda hakim kararı alınmış olsa bile hukuka
aykırı olup, bu yöntemle elde edilen delil de hukuka aykırı delil
niteliğinde bulunduğu gibi, söz konusu yerlerde uygulanan bu koruma
tedbiri, TCK'nun 24. maddesinde hüküm altına alınan "kanun hükmü veya
yetkili merciin emrini yerine getirme" kapsamında hukuka uygunluk sebebi
olarak da kabul edilemeyecektir. Bu bağlamda konuta ve konut kapsamında
sayılan yerlere gerek gizli soruşturmacının, gerekse teknik araçlarla
izleme yapan görevlilerin üzerlerinde veya yanlarında kayıt cihazı
taşımak suretiyle girip veya dışarıdan müdahale ile teknik araçlarla
izleme, ses veya görüntü kaydı yapabilmeleri ve bunların delil olarak
kullanabilmesi de mümkün değildir. (Ersan Şen, Tüm Yönleriyle Telefon
Dinleme ve Ortam Dinleme, Yargın Hukuk Yayınları, İstanbul 2013, s.
17-19)Uyuşmazlık konusunda isabetli bir hukuki çözüme ulaşılması
için, ceza muhakemesi hukukunun en önemli ilkelerinden olan "delillerin
serbestliği" ve "hukuka aykırı yöntemle elde edilen delillerin
kullanılması" konuları üzerinde de durulması gerekmektedir. İstikrar
kazanmış yargı kararlarında vurgulandığı ve öğretide de ifade edildiği
üzere, ceza muhakemesinin amacı usul kurallarının öngördüğü ilkeler
doğrultusunda maddi gerçeğin her türlü şüpheden uzak biçimde kesin
olarak belirlenmesidir. Maddi gerçeğe ulaşılmasında kullanılan araç
delillerdir. Ceza Muhakemesi Kanununun "Delilleri takdir yetkisi"
başlıklı 217. maddesinin ikinci fıkrasındaki; "Yüklenen suç, hukuka
uygun bir şekilde elde edilmiş her türlü delille ispat edilebilir"
şeklindeki hükümle, ceza muhakemesinde kullanılacak delillerin hukuka
uygun bir şekilde elde edilmesi gerektiği açıkça belirtilmiş ve
"delillerin serbestliği" ilkesine de vurgu yapılmıştır. Buna göre bütün
deliller hukuka uygun olarak elde edilmeli ve değerlendirilmelidir.Ceza
muhakemesinde bir hususun hangi delille ispat olunacağı konusunda
sınırlama bulunmayıp, yargılamayı yapan hakim, hukuka uygun şekilde elde
edilen delilleri kullanmak suretiyle, sanığın aleyhine olduğu kadar
lehine delilleri de araştırıp değerlendirerek, her türlü şüpheden
arınmış bir neticeye ulaşmalıdır. Dolayısıyla yargılamaya konu olayın
açıklığa kavuşturulması ve maddi gerçeğin bulunabilmesi için ispat
amacıyla kullanılan her araç delil olarak kabul edilmiştir. Ancak maddi
gerçek, her ne pahasına olursa olsun değil, hukuk kuralları içerisinde,
şüpheli ve sanığın hakları korunarak araştırılmalıdır. Öğretide;
"Ceza muhakemesinde delilleri elde etmek amacıyla kullanılan soruşturma
işlemlerinin ve yöntemlerinin çoğunluğuyla, koruma tedbirlerinin tamamı,
kişilerin temel hak ve özgürlüğüne müdahaleyi gerektirir. Ceza
muhakemesi toplumun suçun aydınlatılmasındaki menfaati ile bireylerin
temel hak ve özgürlüklerine dokunulmasındaki çıkarının dengelenmesi
esasına dayanır. Özellikle soruşturma aşamasında maddi gerçeğe ulaşmak
amacıyla delil elde edilmeye çalışılırken, insan onuru ve insan hakları
ile hukukun ve ceza muhakemesinin temel ilkelerinden ödün verilemez"
denilmektedir. (Murat Volkan Dülger, Ceza Muhakemesi Hukukunda Dışlama
Kuralı ve Hukuka Aykırı Delillerin Uzak Etkisi, Seçkin Yayınları, Ankara
2014, s. 38)Ceza Muhakemesi Kanununun 206. maddesinin ikinci
fıkrasının a bendinde; ortaya konulmak istenen delilin kanuna aykırı
olarak elde edilmesi halinde reddolunacağı belirtilmiş, 217. maddesinin
ikinci fıkrasında ise, "yüklenen suçun, hukuka uygun olarak elde edilmiş
her türlü delille ispat edilebileceği" hüküm altına alınmıştır. Madde
metninden anlaşılacağı üzere, hukuka uygun olarak elde edilmeyen
deliller, ceza yargılama sistemimizde ispat aracı olarak
kullanılamayacaktır. CMK'nun 230/1. maddesi uyarınca, hükmünün
gerekçesinde delillerin tartışılması ve değerlendirilmesi, hükme esas
alınan veya reddedilen delillerin belirtilmesi, bu kapsamda dosya
içerisinde bulunan ve hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen delillerin
ayrıca ve açıkça gösterilmesi zorunludur. Ceza muhakemesinin amacı
olan maddi gerçeğe ulaşabilmek için, delil elde edilmesi aşamasında
şahsi ve toplumsal değerlerin korunması da gereklidir. Kanun koyucu bu
amaçla, delil serbestliği ilkesine, öğreti ve uygulamada "delil
yasakları" olarak adlandırılan bir takım sınırlamalar getirmiştir. Delil
yasakları; "delil elde etme" ve "değerlendirme" yasakları olarak ikiye
ayrılmaktadır. Delillerin elde edilme şekline ilişkin yasaklara "delil
elde etme yasakları" hukuka uygun olarak elde edilmiş bulunsa bile bir
delilin yargı mercilerince ortaya konulup değerlendirilebilmesine
ilişkin yasaklara ise "delil değerlendirme yasakları" denilmektedir.İfade
alma ve sorgunun yasak usullerle gerçekleştirilmesi, tanıklıktan
çekinme hakkı olanlara bu hakkın hatırlatılmaması, aramanın herhangi bir
karara dayanmadan yapılması, ses veya görüntülerin montajlanması delil
elde etme yasağına; tanıklıktan çekinen şahidin önceki ifadelerinin
okunamaması, iletişimin denetlenmesi sırasında tesadüfen elde edilen
delillerin CMK'nun 135/6. maddesinde sayılanlar dışındaki bir suçun
soruşturma ve kovuşturulmasında kullanılamaması ise delil
değerlendirilmesi yasaklarına örnek olarak gösterilebilir.Kanuna
aykırılıktan daha geniş bir içeriğe sahip olan hukuka aykırılık
kavramının kapsam ve çerçevesi belirlenirken, gerek pozitif hukuk
metinlerine, gerekse kişilerin temel hak ve hürriyetlerine ilişkin
evrensel hukuk ilkelerine aykırılık bulunup bulunmadığı gözetilmeli ve
aykırılığın varlığı durumunda, "hukuka aykırılığın mevcudiyeti" kabul
edilmelidir. Bu kavram Anayasa Mahkemesinin 22.06.2001 gün ve 2-2 sayılı
kararında benzer şekilde tanımlanmıştır. Söz konusu kararda; "İki kişi
arasında yapıldığı ileri sürülen telefon konuşmasının kimliği
açıklanmayan birisi tarafından hukuka aykırı bir şekilde elde edilerek
sunulması halinde, bu kayıtların delil olarak kullanılması aşağıdaki
nedenlerle olanaklı değildir. 1) Soruşturma ya da kovuşturma organı
tarafından elde edilmese de insan haklarını çiğneyerek elde edilen
delillerin mahkemeler tarafından dikkate alınması, mümkün değildir.
Somut olayda özel konuşmaları kaydedilen kişilerin en temel insan
hakları ihlal edilmiştir. ...Bu çerçevede ele geçen bantların delil
olarak kabulü olanaklı değildir. Böyle bir ihlal özel kişiler tarafından
yapılsa dahi sonuç değişmeyecektir. Bu yol açılacak olursa hukuk
devletinin temel kurallarından biri olan delil yasaklarına ilişkin
varlığını 'hukuk devleti' ilkesinden alan kanun maddesi tüm etkisini
yitirecektir. 2) Usul hukukumuzun dürüst işlem ilkesi bu şekilde
elde edilen delilin kullanılmasına olanak vermez. Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesinde hüküm altına alınan 'adil yargılanma hakkı' kişilerin
hukuk devleti kuralları içinde yargılanmasını öngörür. Bir hukuk
devletinde, devletin tüm organlarının işlemleri, mevcut hukuk kuralları
çerçevesinde gerçekleştirilir. Bu kurala aykırılık, işlemin adil
olmasını ve dolayısıyla dürüst işlem ilkesini ihlal edecektir. 3)
Böyle bir delilin kabul edilmesi hukukun genel ilkelerine aykırılık
oluşturur. Özel kişilerin başkalarının konuşmalarını kaydetmesi ve
devlet organlarının da bu kayıtlara itibar etmesi kamu güvenliğini
tehdit eden bir yöne sahiptir. Usul hukuku kuralları, soruşturma ve
kovuşturma organlarına karşı kamuyu koruyan kurallardır. Olayı
aydınlatmak için yaptıkları araştırmalar ne kadar kamu yararına ise,
kamunun aynı faaliyetlerden zarar görmemesi eşit derecede kamu
yararınadır. Dolayısıyla her iki ihtiyaç arasında makul bir denge
kurulması gerekir. Bu denge hiçbir zaman tam bir matematiksel kesinlikte
kurulamaz. Ancak eğer temel bir hak ihlal edilmişse dengenin kamu
aleyhine bozulduğu kesindir. 4) Nihayet, bu şekilde elde edilen bir
delil, demokratik toplum düzeninin gerekleri ile de bağdaşmaz. Anayasa
hukukumuzda, 'demokratik toplum düzeninin gerekleri' bir hak ve
özgürlüğün sınırlandırılabilmesinin sınırlarını belirlemek amacıyla
kullanılan ölçüdür. Hak ve özgürlükler ancak yasayla gösterilen
nedenlerle sınırlandırılabilir. Ancak bu sınırlandırma hiçbir zaman
demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamaz. Bir temel hakkın
ihlali pahasına delil elde edilmesi, basit bir hukuka aykırılık
değildir. Bu nedenle temel hak ve özgürlüklere aykırı şekilde delil
toplanması kanunla gerçekleşse dahi bu kanunun 'demokratik toplum
düzeninin gerekleri' ölçütü karşısında hukuki koruma elde etmesi
beklenemez. Kaldı ki söz konusu delilin elde ediliş biçimi bizzat kanun
tarafından delil yasakları kapsamına dahil edilmiştir. Bu
nedenlerle, delil olduğu iddiasıyla sunulan bu band kaydının hükme esas
alınması Anayasaya, hukukun genel ilkelerine, yasalara aykırıdır ve
davada delil olarak kullanılamaz" denilmektedir.Yargıtay Birinci
Başkanlık Kurulunun 14.02.2011 gün ve 30, 17.02.2011 gün ve 34 ile
24.02.2011 gün ve 38 sayılı kararlarında da; özel görüşmelerin ortam
dinlemesi yoluyla kayda alındığı, konuşmaların kayda alınması hususunda
önceden verilmiş karar bulunmadığı, dolayısıyla dinleme ve kayda almanın
hukuka aykırı olduğu, bu nedenle gerek hukuka aykırı olarak elde edilen
ses kayıtları, gerekse ses kayıtlarının yorumu niteliğindeki yazıların
delil olarak kullanılmasının mümkün olmadığı, aynı nedenlerle hukuka
aykırı olarak elde edilen ses kaydındaki konuşma ile konuşmaların yorumu
niteliğindeki yazı içeriğinin irdelenmesine ve değerlendirilmesine
gerek bulunmadığı, sonuç olarak hukuka aykırı elde edilen delillerin
kullanılamayacağı belirtilmektedir.Askeri Yargıtayın 12.01.2011 gün
ve 21-18 sayılı kararında ise; "sanığa ait ses kaydı iradesine aykırı
biçimde ve gizlice kaydedildiği için, hukuka aykırı bir delildir ve
suçun ispatı amacıyla delil olarak kullanılamaz" sonucuna ulaşılmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, özel
hayatın gizliliğini temel haklar arasında saymıştır. Nitekim Anayasanın
özel hayatın gizliliği başlıklı 20. maddesinde; "Herkes, özel hayatına
ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel
hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz" denilmektedir.
AİHS'nin 8. maddesi ile de, herkesin özel ve aile hayatı, konutu ve
haberleşmesi koruma altına alınmıştır. Ceza muhakemesinde maddî gerçek
araştırılırken de bu ilkeler nazara alınarak konulan hukuk kurallarına
uygun davranılacaktır. Dolayısıyla ceza muhakemesinde temel hak ve
özgürlükleri sınırlayan kurallar ihlal edilerek toplanan deliller hukuka
aykırı sayılacaktır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de kararlarında
istikrarlı bir biçimde; dürüst ve adil bir yargılamadan söz edilebilmesi
için, delillerin elde edilme yol ve yöntemi dahil olmak üzere
yargılamanın bütün olarak adil olup olmadığının değerlendirilmesi
gerektiğini belirtmektedir.Somut olay bu bilgiler ışığında değerlendirildiğinde;
Sanığın, adliyedeki odasında telefon veya benzeri bir iletişim aracı
kullanılmaksızın konuşma esnasında söylediği iddia olunan ve kimliği
bilinmeyen kişi ya da kişilerce ortam dinlemesi suretiyle kaydedilen,
internette yayımlanan, içeriği sanık tarafından kabul edilmeyip,
tanıklarca da doğrulanmayan ses kayıtlarının elde edilmesine ilişkin
olarak, yetkili mercilerce verilmiş herhangi bir iletişimin
denetlenmesi, gizli soruşturmacı görevlendirilmesi veya teknik araçlarla
izleme koruma tedbiri kararı bulunmayıp, dolayısıyla bu kayıtların
hukuka aykırı yollarla elde edilen delil niteliğinde oldukları sabit
olup, mahkumiyet hükmüne esas alınması mümkün değildir.Somut olayda
hukuka aykırı yollarla elde edildikleri hususunda herhangi bir tereddüt
bulunmayan ses kaydı ile bu ses kayıtlarının yayınlandığı internet ve
gazete haberleri dışında, sanığın üzerine atılı kamu görevlilerine karşı
görevlerinden dolayı hakaret suçunu işlediğini gösterir mahiyette,
cezalandırılmasını gerektirecek nitelikte somut, yeterli, her türlü
şüpheden uzak, kesin ve inandırıcı başka delil de bulunmamaktadır.
Bu itibarla, ilk derece mahkemesi sıfatıyla yargılama yapan Özel Dairece
sanık hakkında kamu görevlilerine karşı görevinden dolayı hakaret
suçundan verilen beraat kararı isabetlidir. Çoğunluk görüşüne
katılmayan Genel Kurul Üyesi Z. Tekirdağ; "Sanığın kamu görevlilerine
hakaret eylemlerinin sabit olduğu ve mahkumiyetine karar verilmesi
gerektiği" düşüncesiyle karşıoy kullanmıştır.2) Sanığın görevi kötüye kullanma suçunun sabit olup olmadığı; İncelenen dosya kapsamından;
Ankara Cumhuriyet savcısı olarak görev yapan, suç tarihi itibarıyla
"birinci sınıf" olan sanık hakkında, Adalet Müfettişi tarafından yapılan
soruşturma sonucunda; sanığın elindeki toplam yüzaltmışiki soruşturma
evrakından altmışdördünü bir kısmı tutuklu bulunmasına rağmen üç aydan
dört yıla kadar sürüncemede bıraktığı, kolluk görevlilerince
şüphelilerinin yakalandığı bildirilen üç soruşturmada hiçbir işlem
yapmadığı, on adet soruşturma evrakında şüphelilerin tutuklanmalarının
üzerinden üç aydan dokuz aya varan süreler geçmesine rağmen tutukluluk
hallerinin gözden geçirilmesine dair mahkemeden talepte bulunmadığı, bir
kısım tutukluların cezaevinden gönderdikleri tahliye talepli
dilekçeleri cevapsız bıraktığı, duruşmasına katıldığı mahkemece
tahliyesine karar verilen sanığı, hakkında başkaca suçlardan kendisinin
yürüttüğü soruşturmalar da bulunduğu ve tutuklu olduğu halde tahliye
yazısına dikkat etmeyerek serbest bıraktığı, iki ay sonra mahkemeden
aynı sanık hakkında yakalama emri düzenlenmesi için talepte bulunduğu,
yakalanmasının ardından uzun süre bir işlem yapmadığının tespit
edildiği, Bu kapsamda; 2004/48, 49, 70, 80, 192, 194, 214, 215,
223, 225, 226, 231, 233, 234, 241,459, 460, 482, 543, 559, 592, 646,
673; 2005/23, 88, 143, 198, 220, 224, 249, 256, 265, 269, 284, 319, 381;
2006/87, 91, 95, 122, 229, 236, 275, 278, 305, 307, 321, 402, 408;
2007/45, 51, 81, 89, 138, 269, 270, 363, 365, 410, 458, 479, 613 ve 620
sayılı toplam altmışüç soruşturma evrakını üç aydan dört yıla kadar, bir
kısmınının zamanaşımı yaklaşmasına rağmen sürüncemede bıraktığı,
2004/170, 210 ve 321 sayılı soruşturma evraklarında şüphelilerin
yakalandığının kolluk görevlileri tarafından kendisine bildirilmesine ve
aradan uzun süre geçmesine rağmen hiçbir işlem yapmadığı,2006/367
sayılı dosyanın, kendisinin de iştirak ettiği duruşmasında yerel
mahkemece sanığın tahliyesine karar verildiği, aynı sanık hakkında başka
suçlardan soruşturma bulunduğu ve tutuklu olduğu halde, mahkemeden
gelen tahliye yazısına özen göstermeyerek tüm suçları kapsayacak şekilde
tahliyesini gerçekleştirdiği, aradan iki buçuk ay geçtikten sonra
hakkında yakalama emri düzenlenmesi için mahkemeden talepte bulunduğu ve
yakalanmasını müteakip uzun süre hiçbir işlem yapmadığı, 2008/250 sayılı soruşturmada, şüphelilerin tutuklu bulunmasına rağmen evrakı uzun süre işlemsiz bıraktığı,2005/394,
2006/347, 2007/321, 2007/365, 2007/458, 2007/531, 2008/10, 2008/244,
2008/247 ve 2008/250 sayılı soruşturmalarda, şüphelilerin tutuklama
kararlarının üzerinden üç aydan dokuz aya varan süreler geçmesine rağmen
mahkemeden tutukluluk hallerinin gözden geçirilmesine ilişkin talepte
bulunmadığı, bir kısım tutukluların itiraz dilekçelerinin gereğini
yerine getirmediği, Anlaşılmaktadır. Tanık Hamza Keleş; Ankara
Cumhuriyet Başsavcı Vekili olarak görev yaptığını, suç tarihi öncesinde
sanığı tutuklu soruşturmalara kayıtsız kalmaması hususunda defalarca
uyarıp, şüphelilerin tutukluluk durumlarını titizlikle incelemesi
gerektiğini söylediğini, bu aşamadan sonra duruşma yetkisini
kaldırdığını, yalnızca kendisine tevdi edilen soruşturmalara baktığını,
bağlantılı dosyalar dışında kapsamlı evrak vermediğini, soruşturma
sayısının fazla olmadığını, iş yoğunluğu savunmasının gerçeği
yansıtmadığını beyan etmiş,Tanık Emine Aslan; savcılık yazı işleri
müdürü olarak görev yaptığını, her savcının en az bir kâtibi
bulunduğunu, ihtiyaç halinde başka kâtiplerin de görevlendirildiğini,
sanık ile çalışan kâtiplerin, sanığın dağınık çalıştığı, cezaevinden
gönderilen tahliye talepli dilekçelerin havale edilip dosyaya
konulmadığı ve değerlendirilmediği, şüphelilerin tutukluluk hallerinin
uzun süre gözden geçirilmediği yönünde şikâyette bulunduklarını, durumu
başsavcıvekiline ilettiğini söylemiş, Tanık Hamide Değişmiş;
savcılık kâtibi olarak görev yaptığını, iki yıl sanıkla birlikte
çalıştıklarını, soruşturma evraklarının sanığın odasında bulunduğunu,
işlem yapacakları sırada alıp tekrar odasına bıraktıklarını,
şüphelilerin tutukluluk durumlarının gözden geçirilmesinde gecikme
yaşandığını, süresi gelenlere ilişkin yazıları hazırlayıp sanığa
götürdüklerini, sanığın başlangıçta imzaladığını, bir süre sonra ise
evrakları imzalamadığını, "davalarını açacağım" dediğini, ancak aradan
üç dört ay geçmesine rağmen iddianame düzenlemediğini, önceki teftiş
döneminde uzun süre işlemsiz kaldığı tespit edilen dosyalarını masasına
bıraktıklarını, sanığın işlem yapmadan dosyaların kaldırılmasını
istediğini, durumu yazı işleri müdürüne anlattığını ve sanıkla çalışmak
istemediğini söylediğini ifade etmiş, Tanık M. Ç.A ; savcılık kâtibi
olarak görev yaptığını, askere gitmeden önce ve asker dönüşü sanıkla
çalıştıklarını, sanığın herhangi bir işlem yapılmayan dosyaları
bulunduğunu, şüphelilerin tutukluluk hallerinin gözden geçirilmesinde
gecikme yaşandığını, süresi gelenlere ilişkin yazıları hazırladıklarını,
cezaevinden gelen dilekçeleri ayrı bir klasöre koyarak sanığa
götürdüğünü, sanığın "davalarını açacağım" dediğini, ancak aradan üç
dört ay geçmesine rağmen iddianame düzenlenmediğini, bir kısım dosyaları
evine götürdüğünü, teftiş döneminde uzun süre işlemsiz kaldığı tespit
edilen dosyaları sanığın masasına bıraktıklarını, sanığın işlem yapmadan
dosyaların kaldırılmasını istediğini, bu durumu yazı işleri müdürüne
ilettiğini ve sanıkla çalışmak istemediğini söylediğini, birlikte
başsavcı vekiline gittiklerini ve olayları anlattıklarını belirtmiş,
Tanık Onur Yaver; savcılık kâtibi olarak görev yaptığını, sanığın
elinde bulunan bazı dosyaların işlemsiz kaldığını fark ettiğini, durumu
yazı işleri müdürüne ilettiğini, cezaevinden gelen tahliye talepli
dilekçeleri götürdüğünde sanığın bir kısmını imzaladığını, bazılarını
ise geri vermediğini, odasında gizli çekmeceleri bulunduğunu, kendisine
verilmeyen dilekçelerin bu çekmecelerde olabileceğini, şüphelilerin
tutukluluk hallerinin değerlendirilmesine ilişkin yazıları
hazırladığını, sanığın "dava açacağım" dediğini, ancak üç dört ay
geçmesine rağmen iddianame tanzim etmediğini, yazı işleri müdürü ile
birlikte bir iki aylık aralıklarla dosyaları gözden geçirdiklerini,
sanığa işlemsiz kalan dosyaları olduğunu söylediğini, sanığın "tamam"
dediğini, ancak hiçbir işlem yapmadığını dile getirmiş, Sanık;
üzerine atılı suçlamayı kabul etmediğini, hem soruşturma, hem de
duruşmada görev aldığını, kanun değişikliği nedeniyle çok sayıda
uyarlama yargılamasında bulunduğunu, bir kısım gecikmelerin iş
yoğunluğundan kaynaklandığını savunmuştur. 5271 sayılı CMK'nun "Bir suçun işlendiğini öğrenen Cumhuriyet savcısının görevi" başlıklı 160. maddesi;
"1) Cumhuriyet savcısı, ihbar veya başka bir suretle bir suçun
işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenir öğrenmez kamu davasını
açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin gerçeğini
araştırmaya başlar. 2) Cumhuriyet savcısı, maddî gerçeğin araştırılması
ve adil bir yargılamanın yapılabilmesi için, emrindeki adlî kolluk
görevlileri marifetiyle, şüphelinin lehine ve aleyhine olan delilleri
toplayarak muhafaza altına almakla ve şüphelinin haklarını korumakla
yükümlüdür" şeklinde düzenlenmiş, Cumhuriyet savcılığına intikal eden
olaylarla ilgili olarak izlenecek yol ve yönteme ilişkin, anılan kanunun
devam eden maddelerinde de açıklayıcı hükümlere yer verilmiştir. 5237 sayılı TCK'nun "Görevi kötüye kullanma" başlıklı 257. maddesinin uyuşmazlık konusuna ilişkin ilk iki fıkrası da;"1)
Kanunda ayrıca suç olarak tanımlanan hâller dışında, görevinin
gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle, kişilerin mağduriyetine veya
kamunun zararına neden olan ya da kişilere haksız bir menfaat sağlayan
kamu görevlisi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile
cezalandırılır.2) Kanunda ayrıca suç olarak tanımlanan hâller
dışında, görevinin gereklerini yapmakta ihmal veya gecikme göstererek,
kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olan ya da kişilere
haksız bir menfaat sağlayan kamu görevlisi, üç aydan bir yıla kadar
hapis cezası ile cezalandırılır." şeklindedir. Uyuşmazlık konusunun
çözümüne ilişkin olarak, maddenin ikinci fıkrasında hüküm altına alınan
"ihmali davranışlarla görevi kötüye kullanma" suçu değerlendirilmelidir.
Anılan fıkra, suç tarihi itibarıyla "kanunda ayrıca suç olarak
tanımlanan haller dışında, görevinin gereklerini yapmakta ihmal veya
gecikme göstererek, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden
olan ya da kişilere haksız bir kazanç sağlayan kamu görevlisi, altı
aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır" şeklinde
düzenlenmiş iken, 08.12.2010 gün ve 6086 sayılı Kanunla değişiklik
yapılarak; "kazanç" ibaresi "menfaat," "altı aydan iki yıla kadar"
ibaresi ise "üç aydan bir yıla kadar" biçiminde değiştirilerek yukarıda
yer verildiği şekilde yürürlükteki halini almıştır. Böylece bir yandan
yaptırım miktarı yönünden lehe düzenlemeler getirilirken, öte yandan
suçun oluşumu açısından "kazanç" yerine, daha geniş bir kavram olan
"menfaat" ibaresine yer verilmiştir. Madde metninden de anlaşılacağı
üzere, kamu görevlisinin yapmakla görevli olduğu işi yapmaması veya
kanuna göre yapılması gereken şekilde yerine getirmemesi veya vaktinde
yapmayıp geciktirmesi suç sayılmıştır. Görevi kötüye kullanma suçu
kasten işlenen suçlardan olup, bu suçtan sözedilebilmesi için; "kamu
görevlisinin görevini bilerek ve isteyerek ihmal etmesi veya
geciktirmesi" gerekir.Türk Dil Kurumunun Türkçe Sözlüğüne göre
ihmal; "yapmama, savsama" anlamına gelmekte, gecikme ise; "bir işin
yapılması gereken zaman geçtikten sonra yerine getirilmesi" olarak
tanımlanmaktadır. Görevi kötüye kullanma suçunun oluşabilmesi için,
tek başına norma aykırı davranış yetmemekte, fiil sebebiyle "kişilerin
mağduriyetine veya kamunun zararına neden olunması ya da kişilere haksız
bir kazanç veya suç tarihinden sonra yapılan değişiklik sonrası haksız
menfaat sağlanması" gerekmektedir. Böylelikle görevi kötüye kullanma
suçu "zarar suçu" olarak düzenlenmiş bulunmaktadır. Türk Ceza Kanununun
257. maddesinin gerekçesinde bu husus; "Kamu görevinin gereklerine
aykırı olan her fiili cezai yaptırım altına almak, suç ve ceza
siyasetinin esaslarıyla bağdaşmamaktadır. Bu nedenle, görevin
gereklerine aykırı davranışın belli koşulları taşıması hâlinde, görevi
kötüye kullanma suçunu oluşturabileceği kabul edilmiştir. Buna göre,
kamu görevinin gereklerine aykırı davranışın, kişilerin mağduriyetiyle
sonuçlanmış olması veya kamunun ekonomik bakımdan zararına neden olması
ya da kişilere haksız bir kazanç sağlamış olması hâlinde, görevi kötüye
kullanma suçu oluşabilecektir" şeklinde vurgulanmış, öğretide de; "Kanun
koyucu, kamu görevlisinin görevinin gereklerine aykırı olan her
davranışını yaptırıma bağlamamıştır. Görevinin gereklerine aykırı
davranış, ancak belli koşulları taşıması halinde suç teşkil edecek, aksi
takdirde şartları varsa disiplin hukuku bakımından değerlendirmeye tâbi
tutulacaktır. Nitekim maddede, görevin gereklerine aykırı davranışın
suç teşkil etmesi, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden
olunması ya da kişilere haksız bir kazanç sağlanmasına bağlı
tutulmuştur. Bu sonuçlara yol açmayan bir hareket, suç kapsamında
mütalaa edilemeyecektir. Görevin gereklerine aykırı hareket kişilerin
mağduriyetine yol açmışsa suç gerçekleşir. Söz konusu mağduriyet sadece
ekonomik bakımdan ortaya çıkan zararı ifade etmez. Mağduriyet kavramı,
ekonomik zarardan daha geniş bir anlama sahiptir. Bireyin sosyal,
siyasi, medeni her türlü haklarının ihlali sonucunu doğuran hareketler
bu kapsamda değerlendirilmelidir" biçiminde ifade edilmiştir. (M. Emin
Artuk-Ahmet Gökçen-A. Caner Yenidünya, Ceza Hukuku Özel Hükümler, 14.
Baskı, Adalet Yayınevi Ankara 2014, s. 998-999) şeklinde açıklanmıştır.
Norma aykırı davranışın maddede belirtilen sonuçları doğurup
doğurmadığının tespit edilebilmesi için, "mağduriyet, kamunun zarara
uğraması ve haksız menfaat" kavramlarının açıklanması ve somut olayda
gerçekleşip gerçekleşmediklerinin belirlenmesi gerekmektedir.Mağduriyet
kavramı, sadece ekonomik bakımdan uğranılan zararlarla sınırlı olmayıp,
şahsi hakların ihlali sonucunu doğuran her türlü davranışı da ifade
etmektedir.Haksız kazanç temin edilmesini içine alan "haksız menfaat
sağlanması" ise, kişilere hukuka aykırı olarak maddi ya da manevi yarar
sağlanmasıdır.Kamunun zarara uğraması hususuna gelince; madde
gerekçesinde "ekonomik zarar" olduğu vurgulanan bu kavramla ilgili
olarak kanuni düzenleme içeren 5018 sayılı Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol
Kanununun 71. maddesi uyarınca; "mevzuata aykırı karar, işlem, eylem
veya ihmal sonucunda kamu kaynağında artışa engel veya eksilmeye neden
olunması" olarak tanımlanan kamu zararı, her somut olayda hakim
tarafından; bir işin, mal ya da hizmetin rayiç bedelinden daha yüksek
fiyatla alınıp alınmadığı veya aynı biçimde yaptırılıp yaptırılmadığı,
somut olayın kendine has özellikleri dikkate alınarak belirlenmelidir.
Bu belirleme uğranılan kamu zararının miktarının kesin bir biçimde
saptanması anlamında olmayıp, miktarı tespit edilmese dahi, işin veya
hizmetin niteliği nazara alınarak, rayiç bedelden daha yüksek bedelle
alım veya yapımın gerçekleştirildiğinin anlaşılması durumunda da kamu
zararının bulunduğu kabul edilmelidir. Ancak bu belirleme yapılırken,
norma aykırı olan her davranışın, kamuya duyulan güveni sarstığı,
dolayısıyla kamu zararına yol açtığı ya da zarara uğrama ihtimalini
ortaya çıkardığı şeklindeki bir ön kabulle de hareket edilmemelidir. Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;Cumhuriyet
savcısı olarak görev yapan ve kamu görevlisi olduğu hususunda tereddüt
bulunmayan sanığın; yürüttüğü altmışdört soruşturmada ifadeleri alınan
şüpheliler hakkında iddianame düzenlenmesi veya kovuşturmaya yer
olmadığına karar verilmesinde üç aydan dört yıla kadar gecikmelere neden
olduğu, on adet soruşturmada tutukluluklarının üzerinden üç ila dokuz
ay geçmesine rağmen şüphelilerin tutukluluk durumlarının
değerlendirilmesine ilişkin mahkemeden talepte bulunmadığı, üçünde
şüphelilerin yakalandığının bildirilmesine rağmen uzun süre işlem
yapmadığı, tutuklu olan şüphelilerin cezaevinden gönderdikleri tahliye
talepli dilekçeleri işleme koymadığı, bir başka evrakta kendisinin de
katıldığı oturumda mahkemece yalnızca yargılamaya konu suçlar yönünden
serbest bırakılmasına karar verilen sanığın, başka suçlardan tutuklu
bulunmasına rağmen bütün suçları kapsayacak şekilde tahliye edilmesine
neden olduğu, aradan iki ay geçtikten sonra aynı sanık hakkında yakalama
kararı istediği, yakalanmasının ardından uzun süre herhangi bir işlem
yapmadığı anlaşılmaktadır. Sanık söz konusu gecikmelerin iş
yoğunluğundan kaynaklandığını savunmuş ise de, bu konuda yetkililere
herhangi bir müracaatta bulunmadığı, elindeki soruşturma dosyalarının
yaklaşık yarısının, dört yıl gibi uzunca bir süre işlemsiz kalması
nedeniyle suç tarihinden önce Cumhuriyet Başsavcıvekili tarafından
özellikle tutuklu dosyalara özen göstermesi konusunda uyarıldığı
hususları nazara alındığında, iş yoğunluğu mazeretine dayalı
savunmasının, makul, hayatın olağan akışına ve görev anlayışına uygun
bulunmadığı kabul edilmelidir. Bu nedenle sanığın görevinin gereklerini
yerine getirmekte ihmal ve gecikme göstermek suretiyle kanuna aykırı
davrandığı ortadadır.Kanuna aykırı bu davranışın, cezai sorumluluğu
gerektirip gerektirmediği hususuna gelince; sanığın görevini gereği gibi
yapmakta ihmal gösterme eylemi ile doğrudan bağlantılı olarak objektif
ölçülere uygun bir biçimde tespit edilmiş ekonomik bir zarar
oluşmadığına göre, eylemleriyle kamunun zarara uğratıldığından söz
edilemeyecektir. TCK'nun 257. maddesinde 6086 sayılı Kanunla yapılan
değişiklikle getirilen ve "haksız kazanç" kavramını da ihtiva eden
"kişilere haksız menfaat sağlandığı" konusunda belirleme bulunmadığından
ve bu konuda bir iddia ileri sürülmediğinden, "kişilere haksız menfaat
sağlanması" unsurunun da gerçekleşmediği kabul edilmelidir. Bununla
birlikte, kendisine tevdi edilen soruşturma dosyalarıyla ilgili yasal
işlemleri zamanında yerine getirme konusunda gerekli dikkat ve özeni
göstermeyip, tarafların mağduriyetine neden olup olmadığının
tartışılması gerekmektedir. Suça konu dosyalarındaki suçlardan dolayı
mağdur olan kimselerin kanuni haklarını elde etmeleri uzun süre
gecikmiş, soruşturmaların normal süresinde sonuçlanmaması nedeniyle
şüphelilerin hukuki durumları askıda tutularak, şartları varsa bir an
önce aklanma imkanının önüne geçilmiştir. Cumhuriyet savcısı olan ve
kendisine tevdi edilen soruşturma dosyalarında hakkında işlem başlatılan
şüphelilerin makul sürede karar verilmemesi nedeniyle mağdur
olduklarının açık olduğu gibi aynı soruşturmalardaki şikayetçi, suçtan
zarar gören veya mağdurların da, sanığın fiilinden mağdur oldukları,
buna göre "şahsi haklarının ihlal edildiği" ve kişi mağduriyetinin
gerçekleştiği konusunda tereddüt bulunmamaktadır. Buna göre, somut
olayda görevi kötüye kullanma suçunun "kişilerin mağduriyeti" unsuru
gerçekleştiğinden, bir suç işleme kararıyla bazıları tutuklu olmak üzere
birçok dosyada ya hiç bir işlem yapmamak ya da yapılması gereken
işlemleri geç yerine getirmek biçiminde gerçekleşen ve kişilerin
mağduriyetine neden olan fiillerin, zincirleme şekilde ihmal suretiyle
görevi kötüye kullanma suçunu oluşturduğu ve Özel Dairece sanığın, 5237
sayılı TCK'nun lehe kabul edilen 6086 sayılı Kanun ile değişik 257/2 ve
43/1. maddeleri uyarınca cezalandırılmasına karar verilmesinin isabetli
olduğu kabul edilmelidir. Bu itibarla, sanığın ve katılanlar
vekillerinin bütün temyiz itirazlarının reddiyle, usul ve kanuna uygun
bulunan her iki hükmün de onanmasına karar verilmelidir. SONUÇ: Açıklanan nedenlerle; 1- Usul ve kanuna uygun olan Yargıtay 4. Ceza Dairesinin 24.05.2012 gün ve 5-22 sayılı hükmünün ONANMASINA,
2- Dosyanın, Yargıtay 4. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 21.10.2014 tarihinde yapılan
müzakerede, birinci uyuşmazlığa ilişkin oyçokluğuyla, ikinci uyuşmazlık
konusuna ilişkin ise oybirliğiyle karar verildi.