4857/m. 2
818/m. 50,51,134
5521/m.7
DAVA : Taraflar arasındaki "işçilik alacakları" davasından dolayı
yapılan yargılama sonunda; Ankara 12. İş Mahkemesi'nce davanın kısmen
kabulüne dair verilen 03.06.2010 gün ve 2008/1014 E. 2010/281 K. sayılı
kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine,
Yargıtay 9. Hukuk Dairesi'nin 12.11.2012 gün ve 2010/27244 E. 2012/37151
K. sayılı ilamı ile;
( ... 1-Dosyadaki yazılara toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni
gerektirici sebeplere göre davalının aşağıdaki bendin kapsamı dışında
kalan temyiz itirazları yerinde değildir.
2-Taraflar arasında, işçilik alacaklarının zamanaşımına uğrayıp uğramadığı konusunda uyuşmazlık bulunmaktadır.
Zamanaşımı, alacak hakkının belli bir süre kullanılmaması yüzünden dava edilebilme niteliğinden yoksun kalmasını ifade eder.
Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere zamanaşımı, alacak hakkını sona
erdirmeyip sadece onu "eksik bir borç" haline dönüştürür ve "alacağın
dava edilebilme özelliği"ni ortadan kaldırır.
Bu itibarla zamanaşımı savunması ileri sürüldüğünde, eğer savunma
gerçekleşirse hakkın dava edilebilme niteliği ortadan kalkacağından,
artık mahkemenin işin esasına girip onu incelemesi mümkün değildir.
Uygulamada, fazlaya ilişkin hakların saklı tutulması, dava açma tekniği
bakımından, tümü ihlal ya da inkâr olunan hakkın ancak bir bölümünün
dava edilmesi, diğer bölümüne ait dava ve talep hakkının bazı nedenlerle
geleceğe bırakılması anlamına gelir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca benimsenmiş ilkeye göre, kısmi davada
fazlaya ilişkin hakların saklı tutulması, saklı tutulan kesim için
zamanaşımını kesmez, zamanaşımı, alacağın yalnız kısmi dava konusu
yapılan miktarı için kesilir.
Zamanaşımı, bir maddi hukuk kurumu değildir.
Diğer bir anlatımla zamanaşımı, bir borcu doğuran, değiştiren ortadan
kaldıran bir olgu olmayıp, salt doğmuş ve var olan bir hakkın
istenmesini ortadan kaldıran bir savunma aracıdır. Bu bakımdan
zamanaşımı alacağın varlığını değil, istenebilirliğini ortadan kaldırır.
Bunun sonucu olarak da, yargılamayı yapan yargıç tarafından yürüttüğü
görevinin bir gereği olarak kendiliğinden göz önünde tutulamaz.
Borçlunun böyle bir olgunun var olduğunu, yasada öngörülen süre ve usul
içinde ileri sürmesi zorunludur.
Demek oluyor ki zamanaşımı, borcun doğumu ile ilgili olmayıp,
istenmesini önleyen bir savunma olgusudur. Bu nedenle zamanaşımı
savunması ileri sürülmedikçe, istemin konusu olan hakkın var olduğu ve
kabulüne karar verilmesinde hukuksal ve yasal bir engel bulunmamaktadır.
Yasalarda öngörülen zamanaşımı sürelerinin işlemeye başlayabilmesi için
öncelikle talep konusu hakkın istenebilir bir konuma, duruma gelmesi
gerekmektedir.
Yasalarda hakkın istenebilir konumuna, diğer bir anlatımla yerine
getirilmesinin gerektiği güne, ödeme günü denmektedir. Bir hak, var olsa
bile, o hakkın istenmesi için gerekli koşullar gerçekleşmedikçe
istenemez.
Genel olarak savunma nedenlerinin ve bu arada zamanaşımı savunmasının esasa cevap süresi içinde bildirilmesi gereklidir.
Ancak, savunma nedenlerinin ve savunma nedenlerinden olan zamanaşımının
yasanın öngördüğü cevap süresi geçtikten sonra ileri sürülmesi, diğer
bir ifade ile ( savunmanın genişletilmesi ), bazı kayıt ve şartlarla
mümkündür.
Bu tek şart, savunmanın genişletilmesine karşı tarafın ( hasmın )
muvafakatidir. Eğer karşı taraf savunmanın genişletilmesine muvafakat
etmez ve dolayısıyla ( savunmanın genişletildiği ) yollu bir itirazda
bulunursa, o takdirde ancak mahkemenin ileri sürülen savunma nedenlerini
( bu arada zamanaşımı savunmasını ) incelemesi olanağı yoktur. Bu
durumda ise mahkeme hemen savunma nedenlerini reddetmelidir. Özetle
belirtmek gerekirse, savunmanın genişletildiği itirazı ile
karşılaşılmadığı sürece zamanaşımı savunmasının geç ileri sürülmesi,
incelenmesine engel değildir.
Hemen belirtmelidir ki, gerek İş Kanununda, gerekse Borçlar Kanununda,
kıdem ve ihbar tazminatı alacakları için özel bir zamanaşımı süresi
öngörülmemiştir.
Uygulama ve öğretide kıdem tazminatı ve ihbar tazminatına ilişkin
davalar, hakkın doğumundan itibaren, Borçlar Kanununun 125 inci maddesi
uyarınca on yıllık zamanaşımına tabi tutulmuştur.
Keza tazminat niteliğinde olmaları nedeni ile sendikal tazminat,
kötüniyet tazminatı, işe başlatmama tazminatı, 4857 sayılı İş Kanununun;
5 inci maddesindeki eşit işlem borcuna aykırılık nedeni ile tazminat,
26/2 maddesindeki maddi ve manevi tazminat, 28 inci maddedeki belgenin
zamanında verilmemesinden kaynaklanan tazminat, 3 l/ son maddesi
uyarınca askerlik sonrası işe almama nedeni ile öngörülen tazminat
istekleri on yıllık zamanaşımına tabidir.
Bu noktada, zamanaşımı başlangıcına esas alınan kıdem tazminatı ve
ihbar tazminatı hakkının doğumu ise, işçi açısından hizmet aktinin
feshedildiği tarihtir.
Zamanaşımı, harekete geçememek, istemde bulunamamak durumunda bulunan
kimsenin aleyhine işlemez. Bir hakkın, bu bağlamda ödence isteminin
doğmadığı bir tarihte, zamanaşımının başlatılması hakkın istenmesini ve
elde edilmesini güçleştirir, hatta olanaksız kılar.
İşveren ve işçi arasındaki hukuki ilişki iş sözleşmesine dayanmaktadır.
İşçinin sözleşmeye aykırı şekilde işverene zarar vermesi halinde,
işverenin zararının tazmini amacı ile açacağı dava Borçlar Kanununun 125
inci maddesi uyarınca on yıllık zaman aşımına tabidir.
4857 sayılı Kanundan daha önce yürürlükte bulunan 1475 sayılı Yasada
ücret alacaklarıyla ilgi olarak özel bir zamanaşımı süresi öngörülmediği
halde, 4857 sayılı İş Kanunun 32/8 maddesinde, işçi ücretinin beş
yıllık özel bir zamanaşımı süresine tabi olduğu açıkça belirtilmiştir.
Ancak bu Kanundan önce tazminat niteliğinde olmayan, ücret niteliği
ağır basan işçilik alacaklarının, Borçlar Kanununun 126/1 maddesi
uyarınca beş yıllık zamanaşımına tabi olacağı tartışmasız öğreti ve
uygulama tarafından kabul edilmiştir.
İşverence işçiye fazladan ödenen ücret ve ücret eklerinin geri
alınmasında da uyuşmazlığın temelinde sözleşme ilişkisi olmakla
zamanaşımı süresi beş yıl olarak uygulanmalıdır. Dairemizin kararları da
bu yöndedir ( Yargıtay 9.HD. 20.4.2010 gün 2008/23521 E, 2010/11354 K
).
Türk Ticaret Kanununun 1259 uncu maddesinin birinci fıkrasında yazılı
bir yıllık zamanaşımı, aynı Kanunun 1235 inci maddesi uyarınca gemi
adamlarının hizmet ve iş mukavelelerinden doğan alacaklarının bir rüçhan
hakkı olarak gemi bedeli üzerindeki talebi ile ilgili olup, genel
anlamda hizmet ve iş mukavelelerinden doğan ücret alacaklarının Borçlar
Kanununun 126 ncı maddesi uyarınca beş yıllık zamanaşımına tabidir.
Kanundaki zamanaşımı süreleri, Borçlar Kanununun 127 nci maddesi gereğince tarafların iradeleri ile değiştirilemez.
İş sözleşmesi devam ederken kullanılması gereken ve iş sözleşmesinin
feshi ile alacak niteliği doğan yıllık izin ücreti alacağının zamanaşımı
süresinin fesih tarihinden başlatılması gerekir ( HGK. 05.07.2000 gün
ve 2000/9-1079 E, 2000/1103 K ).
Sözleşmeden doğan alacaklarda, zamanaşımı alacağın muaccel olduğu
tarihten başlar. ( BK. m. 128 ). Borçlar Kanununun 101 inci maddesi
uyarınca, borcun muaccel olması, ifa zamanının gelmiş olmasını ifade
eder. Borcun ifası henüz istenemiyorsa muaccel bir borçtan da söz
edilemez.
Müteselsilen borçlu olan kişilerin birbirlerine rücuu ve bunun
zamanaşımını, aralarındaki hukuki ilişkinin niteliği belirler. Zira
müteselsilen borçluluk muhtelif hukuki ilişkiler sonucu doğabilir. Ancak
rücu hangi hukuki ilişki veya yasal nedenle doğmuş olursa olsun rücu
zamanaşımı, rücua neden olan ödemenin yapıldığı andan itibaren işlemeye
başlar ve bu zamanaşımı süresi de, yukarıda açıklandığı üzere, ödemeyi
yapan ve rücu eden ile edilen kişi arasındaki hukuki ilişkiye göre
saptanır.
Borçlar Kanununun 128 inci maddesinde zamanaşımının nasıl hesaplanacağı
belirtilmiştir. Bu maddenin birinci fıkrası, zamanaşımının alacağın
muaccel olduğu anda başlayacağı kuralını getirmiştir. Belirtmek gerekir
ki, borç belirli bir vadeye bağlanmış ise bu vadenin bittiği tarihte
muacceliyet kesbedeceğinden, aynı Yasanın 130 uncu maddesi hükmü göz
önünde tutularak, zamanaşımı süresinin dolup dolmadığının hesap edilmesi
gerekir. Kanun koyucu burada borçlunun temerrüde düşürülmesi esasından
ayrılarak alacağın muaccel olmasını kâfi görmüştür. Zamanaşımının
başlaması için ayrıca borçlunun sözü geçen Yasanın 101 inci maddesinde
yazılı şekilde temerrüde düşürülmesine lüzum yoktur.
Alacağın muacceliyeti bir ihbar vukuuna tabi olan halleri 128 inci maddenin ikinci fıkrası düzenlemiştir.
Bu hükme göre zamanaşımı haberin verilebileceği günden itibaren işlemeye başlayacaktır.
Kanun koyucu burada haberin verileceği değil, verilebileceği günün
zamanaşımına başlangıç olarak kabul edilmesi gerekeceğini öngörmüştür. O
halde, bu durumda zamanaşımının başlayabilmesi için fiilen haberin
verilmesi şart olmayıp verilmesi mümkün olan zamanın tespitini
yeterlidir. Haber verebilme ihtiyari bir olaydır. Bu husus alacaklı
tarafa bırakılmış ise alacaklı verdiği tarihten itibaren bu hakkını
kullanma olanağına her zaman sahiptir. Yani verdiği tarihten itibaren
her zaman borçluya verdiği şeyin ödenmesi için ihbar yapabilir. Bu
itibarla borçlunun temerrüt haline düşürülüp düşürülmediği ve fiili
ihbarın yapılıp yapılamadığı hususları araştırılmadan ödenmesi ihbar
yapılması esasına bağlı borç ilişkilerinde zamanaşımının bu haberin
verilebileceği yani para ve diğer alacakların verildiği tarihin
zamanaşımına başlangıç olarak alınması gerekir.
Borçlar Kanunun 131 inci maddesi gereğince, asıl alacak zaman aşımına
uğradığında faiz ve diğer ek haklar da zamanaşımına uğrar. Diğer bir
deyişle faiz alacağı asıl alacağın tabi olduğu zamanaşımına tabi olur.
Borçlar Kanununun 133/2 maddesi uyarınca, alacaklının dava açmasıyla
zamanaşımı kesilir. Ancak zaman aşımının kesilmesi sadece dava konusu
alacak için söz konusudur.
Borçlar Kanununun 132/4 maddesinde "Hizmet mukavelesinin devam ettiği
müddetçe hizmetçilerin, istihdam edenlere karşı olan alacakları
hakkında" zamanaşımının işlemeyeceği ve duracağı belirtilmiştir. Bu
maddenin iş sözleşmesiyle bağlı her kişiye uygulanması olanağı
bulunmamaktadır. Hizmetçiden kastedilen, kendisine ev işleri için ücret
ödenen, iş sahibiyle aynı evde yatıp kalkan, aileden biriymiş gibi ev
halkı ile sıkı ilişkileri olan kimsedir.
Borçlar Kanununun 133 üncü maddesinde, zamanaşımını kesen nedenler
sınırlama getirmeksizin gösterilmiştir. Bunlardan borçlunun borcunu
ikrar etmesi ( alacağı tanıması ), bu nedenlerden biridir. Borcun
tanınması, tek yanlı bir irade bildirimi olup; borçlunun, kendi borcunun
devam etmekte olduğunu kabul anlamındadır. Borç ikrarının sonuç
doğurabilmesi için, eylem yeteneğine ve malları üzerinde tasarruf
yetkisine sahip olan borçlunun veya yetkili kıldığı vekilinin, bu
iradeyi alacaklıya yöneltmiş bulunması ve ayrıca zamanaşımı süresinin
dolmamış olması gerekir. Gerçekte de borç ikrarı, ancak, işlemekte olan
zamanaşımını keser, farklı anlatımla zamanaşımı süresinin
tamamlanmasından sonraki borç ikrarının kesme yönünden bir sonuç
doğurmayacağından kuşku ve duraksamaya yer olmamalıdır.
Borçlar Kanununun 139 uncu maddesi, zamanaşımından feragati
düzenlenmiştir. Anılan maddeye göre, borçlunun zamanaşımı defini ileri
sürme hakkından önceden feragati geçersizdir. Önceden feragatten amaç,
sözleşme yapılmadan önce veya yapılırken vaki feragattir. Oysa daha
sonra vazgeçmenin geçersiz sayılacağına ilişkin yasada herhangi bir
hüküm bulunmamaktadır. O nedenle borç zamanaşımına uğradıktan sonra
borçlu zamanaşımı defini ileri sürmekten feragat edebilir. Zira, burada
doğmuş bir defi hakkından feragat söz konusudur ve hukuken geçerlidir.
Bu feragat; borçlunun, ileride dava açılması halinde zamanaşımı definde
bulunmayacağını karşılıklı olarak yapılan feragat anlaşmasıyla veya tek
yanlı iradesini açıkça bildirmcsiyle veyahut bu anlama gelecek iradeye
delalet edecek bir işlem yapmasıyla mümkün olabileceği gibi, açılmış bir
davada zamanaşımı definde bulunmamasıyla veya defi geri almasıyla da
mümkündür.
Zamanaşımı süresinin dolmasından sonra alacaklıya yöneltilen borç
ikrarının, zamanaşımı definden zımni ( örtülü ) feragat anlamına
geldiği, öğretideki baskın görüşlerle ve yargı inançlarıyla da
doğrulanmaktadır ( Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 19/11/1963 T.
09.10.20135924-6419 sayılı kararı ). Dahası, zamanaşımı süresinin
dolmasından sonra alacaklıya karşı bir borç ikrarında bulunan borçlunun,
bu borç ikrarına dayanılarak açılan davada zamanaşımı defini ileri
sürmesi, çelişkili davranış yasağını oluşturur. Bu durum Medeni Kanunun 2
nci maddesine aykırı olup, hukuken korunamaz ( HGK. 23.02.2000 gün ve
2000/15-71 E, 2000/116 K ).
Borçlar Kanununun 133/2 maddesi hükmü uyarınca, dava açılması veya icra
takibi yapılması zamanaşımını kesen nedenlerdendir. Yasanın 135 inci
maddesi ise, zamanaşımının kesilmesi halinde yeni bir sürenin işlemesi
gerektiğini açıkça belirtmiştir. Madde açıkça düzenlemediğinden ihtiyati
tedbir istemi ile mahkemeye başvurma veya işçilik alacaklarının tespiti
ve ödenmesi için Bölge Çalışma İş Müfettişliğine şikâyette bulunma
zamanaşımını kesen nedenler olarak kabul edilemez. Ancak işverenin,
şikâyet üzerine Bölge Çalışma Müdürlüğünde alacağı ikrar etmesi,
zamanaşımını kesen bir neden olacaktır.
Zamanaşımı, dava devam ederken iki tarafın yargılamaya ilişkin her
işleminden ve hâkimin her emir ve hükmünden itibaren yeniden işlemeye
başlar ve kesilmeden itibaren yeni bir süre işler ( BK. m. 135-136 ).
Borçlar Kanununun 133/2 maddesi gereğince, takas defi zamanaşımını
keser ve 136 ncı madde gereğince de dava devam ettiği sürece hâkimin her
emir ve hükmünden itibaren yeniden işlemeye başlar.
Borçlar Kanunun 134 üncü maddesi hükmü, "Müruruzaman müteselsilen
borçlu olanlardan veya taksimi kabil olmayan bir borcun müşterek
borçlularından birine karşı katedilmiş olunca diğerlerine karşı da
katedilmiş olur" kuralını içermektedir. Bu maddeye göre, müteselsil
borçlulardan birine karşı zamanaşımının kesilmesi diğer müteselsil
borçlulara karşı da zamanaşımını keser.
Bu hükmün haksız fiillerden doğan müteselsil sorumlulukta, sadece tam
teselsülde yani Borçlar Kanununun 50 nci maddesine dayanan müteselsil
sorumlulukta uygulanacağı; buna karşın eksik teselsülde yani 51 inci
maddeye dayanan müteselsil sorumlulukta uygulama alanı bulmayacağı kabul
edilmelidir. Yine halefiyette borçlu alacaklının yerine geçtiğinden,
alacaklının alacak hakkının tabi olduğu zamanaşımı süresinden
yararlanır.
Borçlar Kanununun 137 nci maddesinde, hangi hallerde zamanaşımına
ilaveten altmış günlük munzam müddetten yararlanılacağı sınırlı bir
biçimde sayılmış, ayrıca sayılan hususlardan dolayı daha önce davanın
reddedilmiş olması koşulu öngörülmüştür. Bu düzenlemede davanın
açılmamış sayılma ile sonuçlanması haline yer verilmemiştir.
5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanununun 7 nci maddesinde, iş
mahkemelerinde sözlü yargılama usulü uygulanır. Bu nedenle zamanaşımı
defi ilk oturuma kadar ve en geç ilk oturumda yapılabilir.
Dava konusunun ıslah yoluyla arttırılması durumunda, ıslah dilekçesinin
tebliğini izleyen ilk oturuma kadar ya da ilk oturumda yapılan
zamanaşımı defi de ıslaha konu alacaklar yönünden hüküm ifade eder.
Somut olayda; davacı iş sözleşmesinin 09.06.2004 tarihinde feshinden
sonra alt işverene dava açmış, bu dava temyiz edilmeden kesinleşmiş,
2006 yılında icra takibinde bulunmuş ve takibin semeresiz kalması
üzerine, önceki dosya ile hükmolunan tüm alacakların faizleri ile
birlikte tahsili için bu davayı asıl işverene karşı 05.12.2008 tarihinde
açmıştır.
Davalı asıl iş veren süresinde zamanaşımı definde bulunmuştur.
Hükme esas alınan bilirkişi raporunda; Borçlar Kanunun 123. maddesi
gerekçe gösterilerek fazla çalışma ve genel tatil alacakları yönünden
alt iş verene açılan dava ile zamanaşımının kesildiği belirtilerek
zamanaşımı defi nazara alınmamıştır.
Asıl iş verene dava açıldığı tarihte yürürlükte bulunan Borçlar Kanunun
51. maddesine göre davacı ile davalılar arasındaki ilişki eksik
teselsül ilişkisine dayandığından alt iş verene karşı açılan davanın
asıl iş veren yönünden zamanaşımını kesmesi mümkün değildir.
Böyle olunca 5 yıllık zamanaşımı süresine tabi alacaklar yönünden
zamanaşımına uğrayan fazla çalışma ve genel tatil alacağı yönünden bu
konuda bir değerlendirme yapılmadan tamamının kabulüne karar verilmesi
hatalıdır... ),
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan
yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz
edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği
görüşüldü:
KARAR : Dava, işçilik alacaklarının tahsili istemine ilişkindir.
Davacı vekili dava dilekçesinde özetle, davalı Bakanlığa ait
işyerlerinde "hazır yemek hizmeti" yürütümü işini üstlenen dava dışı
A... Ltd. Şirketinin işçisi iken iş akdinin feshedildiğini, ödenmeyen
alacaklarının tahsili talebi ile dava dışı şirket aleyhine açılan davada
hükmedilen alacakların tahsili için yaptıkları takibin de sonuçsuz
kaldığını, Iş Kanunu'nun 2/6. maddesi uyarınca davalı Bakanlık ile dava
dışı şirket arasında Iş Kanunu'nun 2. maddesi anlamında asıl-alt işveren
ilişkisi bulunduğu ve alt işveren şirket ile birlikte davalının
sorumluluğunun kanundan doğan bir müteselsil sorumluluk olduğunu
belirterek, dava dışı şirket aleyhine hükmedilen ve takibe konu işçilik
alacaklarından dolayı, davalının müteselsil sorumlu olduğunun tespiti
ile takip konusu alacakların faizi ile tahsilini talep ve dava etmiştir.
Davalı Milli Savunma Bakanlığı vekili cevap dilekçesinde özetle; hiçbir
aşamasına katılmadıkları ve savunma haklarını kullanmadıkları bir
ilamdan müteselsil sorumlu tutulmalarının hiçbir hukuk ilkesi ile
bağdaşmadığını, dava konusu alacakların bir kısmının zamanaşımına
uğradığını, ihale makamı olduklarından kendilerine husumet
yöneltilmesinin doğru olmadığını ve davacının işe alınması veya
sözleşmesinin feshinde Bakanlığın bir etkisi olmadığını belirterek,
davanın husumetten reddi gerektiğini savunmuştur.
Yerel Mahkemece, davalı Bakanlığın asıl işveren olarak alt işverenin
borçlarından müteselsil sorumluluğu bulunduğu ve müteselsil borçluların
biri hakkında açılan dava ile zamanaşımı kesildiğinde diğeri hakkında da
zamanaşımının kesileceği gerekçesiyle, bilirkişi raporunda belirlenen
miktarlar uyarınca davanın kısmen kabulüne dair verilen karar, davalı
vekilinin temyizi üzerine Özel Daire tarafından yukarıda açıklanan
gerekçelerle bozulmuş; mahkemece aynı konuda verilen bir çok kabul
kararının daha önce onandığı, bozma ilamına uyulması halinde çalışanlar
arasında eşitsizlik doğacağı gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme hükmü davalı vekili tarafından temyiz edilmektedir.
Uyuşmazlık, asıl ve alt işveren arasındaki ilişkinin ve işçilik
alacaklarına karşı sorumluluklarının tam mı, yoksa eksik teselsüle mi
dayalı olduğu, varılacak sonuca göre de, alt işverene karşı zamanaşımı
süresi geçmeden açılan davanın, fazla çalışma ve genel tatil alacağı
talebine ilişkin olarak asıl işveren yönünden de zamanaşımını kesip
kesmediği noktalarında toplanmaktadır.
Bu konuda, öncelikle mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu ( BK )'nun
teselsülü düzenleyen hükümlerinin ve sonrasında bu düzenlemelerin
zamanaşımı ile ilişkisinin incelenmesinde yarar bulunmaktadır.
Bilindiği üzere, müteselsil borçluluk, alacaklının, borcun tamamının
ifasını birden çok borçludan ve dilediğinden isteyebildiği, borcun
tamamı ifa edilinceye kadar borçluların hepsinin sorumlu olduğu bir borç
ilişkisidir.
Müteselsil borçluluğun kaynağı BK'nun 141. maddesinde belirtilmiştir.
Maddeye göre, "Alacaklıya karşı, her biri borcun mecmuundan mesul
olmağı iltizam ettiklerini beyan eden müteaddit borçlular arasında
teselsül vardır.
Böyle bir beyanın fiktanı halinde teselsül ancak kanunun tayin ettiği hallerde olur."
Madde hükmünden anlaşıldığı gibi, müteselsil borçluluk, ya bir hukuki
işlemden ya da kanundan doğmaktadır. Maddenin 2. fıkrasında yer verilen
kanuni teselsül, müteselsil borçluluğun doğrudan doğruya bir kanun
hükmüne dayandığı, bizzat kanun koyucunun öngördüğü borçluluk halidir.
Haksız fiil halinde müteselsil sorumluluk hali ise 818 sayılı Kanun'un 50. maddesinde aşağıdaki şekilde düzenlenmiştir:
"Birden ziyade kimseler birlikte bir zarar ika ettikleri takdirde
müşevvik ile asıl fail ve fer'an methali olanlar, tefrik edilmeksizin
müteselsilen mesul olurlar. Hakim, bunların birbiri aleyhinde rücu
hakları olup olmadığını takdir ve icabında bu rücuun şumulünün
derecesini tayin eyler.
Yataklık eden kimse, vaki olan kardan hisse almadıkça yahut iştirakiyle bir zarara sebebiyet vermedikçe mesul olmaz."
Aynı Kanun'un "Muhtelif Sebeplerin İçtimai Halinde, Müteselsil Mesuliyet" başlıklı 51. maddesinde de:
"Müteaddit kimseler muhtelif sebeplere ( haksız muamele, akit, kanun )
binaen mes'ul oldukları takdirde haklarında birlikte bir zarar vukuuna
sebebiyet veren kimseler hakkındaki hükümlere göre muamele olunur.
Kural olarak haksız bir fiili ile zarara sebebiyet vermiş olan kimse,
en evvel, tarafından hata vaki olmamış ve üzerine borç alınmamış olduğu
halde kanunen mes'ul olan kimse en sonra, zaman ile mükellef olur."
şeklinde düzenleme getirilmiştir.
Bu durumda; birden çok kişi, gerek haksız eylem, gerek sözleşme ve
gerekse kanun kuralı gibi sebeplerden ve aynı zarar için zarara uğrayana
karşı sorumlu iseler, bunlar arasında, bir zarara ortaklaşa sebep
olanlar hakkındaki dönmeye ( rücu ) ilişkin kurallar uygulanır.
Kural olarak; en başta, haksız eylemiyle zarara yol açan sorumlu
tutulur; en son olarak da kusuru olmaksızın ve sözleşme gereği
sorumluluğu olmadığı halde kanun kuralı gereğince sorumlu tutulan kişiye
başvurulur.
Birinci halde; birden fazla kişiler, müşterek kusurları ile zarara
sebep olmuşlardır. Bu durumda zarara sebep olmuş olanlar arasında tam
teselsül bulunduğundan söz edilir ( BK. mad. 50 ). Aralarında tam
teselsül olanlar, suçu işleyenle bu suça iştirak etmiş olanlar arasında
fark gözetilmeksizin zarar görene karşı müteselsilen sorumlu
durumundadırlar.
ikinci halde ise; birden fazla kişinin, müşterek kusurları ile sebep
olmadıkları ancak zarardan çeşitli hukuki sebeplerle sorumlu
tutuldukları durumda eksik teselsül ( BK. mad. 51 ) söz konusudur.
Görülüyor ki. Borçlar Kanunu'nun 51. maddesinde, aynı Kanun'un 50.
maddesine atıf yapılarak birden çok kimseler, değişik nedenlerle (
haksız eylem, akit, kanun ) sorumlu oldukları taktirde zarar gören tam
teselsülde ( dayanışmada ) olduğu gibi ( BK. mad.50/1 ) giderim
isteğinin bir bölümünü veya tamamını, bu sorumlulardan birinden ya da
bir kaçından dava açarak isteyebilecektir. Gerek öğretide ve gerekse
uygulamada ayrık düşünce olmaksızın bu kural kabul edilmektedir. Daha
açık bir ifadeyle, zarar gören eksik teselsülde de; tam teselsülde
olduğu gibi tazminat borçlularından herhangi birine müracaat edebilir ve
tazminatın tamamının ödenmesini isteyebilir. Bundan başka borçlulardan
birinin yaptığı ödeme, ödenen miktar oranında diğerini de borçtan
kurtarır ve daha sonra ödeyenin onlara karşı rücu ( dönme ) hakkı
doğabilir.
Bu bağlamda ardıllık ( Halefîyet-Subrogation ) ile dönme ( Rücu-Regress
) arasında hukuki farklılıkları belirtmekte yarar vardır.
Başkasına ait bir borç nedeniyle alacaklıyı tatmin eden kişinin, onun
haklarını kanunda belirtilen durumda ve tatmin ettiği oranda
kendiliğinden elde etmesine ardıllık ( halefıyet ) denir. Dönme ( rücu )
hakkı ise başkasına ait borcu yerine getiren kişinin malvarlığında
vücut bulan kaybı gidermeyi amaçlayan tazminat niteliğinde bir istem
hakkıdır.
Gerçekte de; halefiyet ve rücu, aynı amaca, zarar görenin ( alacaklının
) tatmin edilmesine yönelik birbiri ile, çok yakından ilgili iki
hukuksal kurum olarak görülmektedir. Nitekim; her ikisinde de,
başkalarına ait borcu yerine getiren kişinin, asıl borçluya karşı bir
alacak elde etmesi ve bu hakka dayanarak borçludan bir istemde bulunması
bu sonucu doğrulamaktadır.
Bir borcu yerine getiren kimsenin alacaklının haklarına halef
olabilmesi için halefiyetin kanunda açıkça öngörülmüş bulunması gerekir.
Kanunda açıkça öngörülmediği sürece bir halefiyetin doğması mümkün
değildir. Halefiyet kanununda belirtilmiş belirli durumlarda doğar.
Diğer bir anlatımla, halefiyet halleri sınırlı sayıda olma ( numerus
clausus ) kuralına bağlıdır. Kanunda açıkça öngörülmediği sürece bir
halefiyetin doğması mümkün değildir.
Halefiyette, rücu hakkını kullanan kişi alacaklının yerine geçer, aynen
alacaklının konumuna sahip olur. Bunun sonucu olarak örneğin
alacaklının elinde, alacağı garanti eden ipotek gibi bir garanti varsa,
zararı tazmin eden borçlu alacaklının haklarına halef olduğundan, bundan
böyle bu teminat rücu alacağını garanti eder. Örneğin 818 sayılı
Kanun'un 496. maddesinde kefil lehine tanınan halefiyette durum budur.
818 sayılı Kanun'un 50 ile 51. maddeleri arasında her iki müteselsil
sorumluluğu birbirinden ayırmak için öğreti ve yargı kararlarında BK'nun
50. maddesine dayanan müteselsil sorumluluğun "tam teselsül", anılan
Kanun'un 51. maddesine dayanan müteselsil sorumluluğun ise "eksik
teselsül" olduğu kabul edilmektedir.
Bu aşamada tam teselsül ( BK. mad. 50'e dayanan müteselsil sorumluluk )
ile eksik teselsül ( BK. mad.51'e dayanan müteselsil sorumluluk )
arasında yapılan ayrımın ve farkların önemini de vurgulamak yerinde
olacaktır.
818 sayılı Kanun'un gerek 50, gerekse 51. maddelerinde müteselsil
sorumluluk öngörülmüş bulunmakla birlikte, anılan iki madde arasındaki
diğer hukuki farklılıkların şöyle anlatılması mümkündür.
BK'nun 50. maddesi; aynı zarardan dolayı birden fazla kişinin birlikte
müteselsilen sorumlu tutulmalarını, birden fazla kişinin ortak
kusurlarıyla zarara birlikte sebebiyet vermiş olmaları koşuluna
bağlamıştır. Buna göre, birden fazla kişi aynı zarara ortak kusurlarıyla
sebebiyet vermiş olmalıdırlar. BK'nun 51. maddesi ise bundan farklı
olarak, aynı zarardan dolayı birden fazla kişinin birlikte müteselsilen
sorumlu tutulmalarını birden fazla kişinin bu zarardan dolayı ortak
kusurları nedeniyle değil; hukuksal nedenlerle sorumlu olmalarına
bağlamıştır. Burada müteselsilen sorumlu tuttuğumuz kişilerin,
sorumluluklarının sebepleri farklı hukuksal nedenlere dayanmaktadır. Bu
açıklamalar karşısında BK'nun 51. maddesine dayanan müteselsilen
sorumluluğun sebebi haksız fiil, kanun veya sözleşme nedeniyle birden
fazla kişinin sorumlu tutulmasıdır.
Anılan Kanunun 51. madde hükmü; müteselsil sorumlu olan kişilerden
birinin zararı tazmin etmesi halinde, diğerlerine rücu hakkını belli bir
sıraya bağlamıştır. Buna göre, kanundan dolayı sorumlu tutulan kişi,
sözleşme nedeniyle sorumlu kişi, haksız fiil nedeniyle sorumlu kişi
sıralaması vardır. Haksız fiil nedeniyle sorumlu kişi zararı tazmin
etmişse kimseye rücu edemeyecektir, sözleşme nedeniyle sorumlu kişi
zararı tazmin etmişse, haksız fiil failine rücu edebilecek; kanundan
dolayı sorumlu kişiye rücu edemeyecektir. Kanundan dolayı sorumlu kişi
zararı tazmin etmişse, sözleşme nedeniyle sorumlu kişiyle haksız fiil
failine rücu edebilecektir.
Uyuşmazlığın çözümü için bu aşamada, teselsül hükümlerinin zamanaşımı
hükümleri ile birlikte değerlendirilmesi zorunluluğu bulunmaktadır.
Bilindiği üzere zamanaşımı, en basit anlatımla, yasanın öngördüğü belli
bir sürenin geçmesiyle, bir hakkın kazanılmasına veya bir borçtan
kurtulunmasına olanak veren bir hukuki müessesedir. Borçtan kurtulma
olanağı tanıyan yönüyle zamanaşımı, maddi hukuka ilişkin bir müessese
değildir; borçluya borçtan kurtulmasını sağlayacak savunma vasıtalarını
sunarsa da, gerçekte bizatihi kendisi borcu ortadan kaldırmaz; sadece,
alacağın istenebilmesi hakkını zaman itibariyle sınırlar. Borç varlığını
sürdürdüğü halde, borçlu, zamanaşımı müessesesine dayanarak, artık o
borcun kendisinden istenilemeyeceğini savunabilir; yargılama usulüne
ilişkin kurallar borçluya böyle bir def ide ( zamanaşımı definde )
bulunma olanağı tanır. Zamanaşımına uğrayan borç, eksik bir borçtur.
Zamanaşımı müessesesinin bu yapısının ( borcu değil, sadece onun
alacaklı tarafından talep edilmesi olanağını ortadan kaldırmasının ve
yine sadece borçlu tarafından ileri sürülebilecek bir olgu olmasının )
doğal sonucu olarak, borçlu tarafından yasal süre içerisinde böyle bir
defide bulunulmadığı takdirde, hakim tarafından kendiliğinden
gözetilemez.
818 sayılı Kanun'un konuya ilişkin 134. maddesi, "Müruruzaman
müteselsilen borçlu olanlardan veya taksimi kabil olmayan bir borcun
müşterek borçlularından birine karşı katedilmiş olunca diğerlerine karşı
da katedilmiş olur" kuralını içermektedir.
Bu maddeye göre, müteselsil borçlulardan birine karşı zamanaşımının
kesilmesi diğer müteselsil borçlulara karşı da zamanaşımını keser.
Ancak, yukarıda da açıklandığı üzere halefıyette, rücu hakkını kullanan
kişi alacaklının yerine geçerek, aynen alacaklının konumuna sahip
olduğundan; alacaklının alacak hakkının tabi olduğu zamanaşımı
süresinden yararlanır. Diğer bir ifade ile halefiyetten yararlanan rücu
hakkı sahibinin, diğer borçlulara rücu hakkı alacaklının sahip olduğu
zamanaşımı süresinden yararlanır.
Bunun sonucu olarak 818 sayılı Kanun'un 134. maddesi hükmünün haksız
fiillerden doğan müteselsil sorumlulukta sadece tam teselsülde yani
BK'nun 50. maddesine dayanan müteselsil sorumlulukta uygulama bulacağı;
buna karşın eksik teselsülde yani BK'nun 51. maddesine dayanan
müteselsil sorumlulukta uygulama bulmayacağı kabul edilmelidir.
Buna göre tam teselsülde, zararı tazmin eden müteselsil borçlu, diğer
borçlulara alacaklının sahip olduğu zamanaşımı süresinden yararlandığı
halde, eksik teselsülde rücu hakkını kullanan kişinin zamanaşımı süresi
haksız fıillerdeki genel hükümlere tabidir.
Bu sonuç, teselsülün, Borçlar Kanunu'nun 50 ve 51. maddelerinde ayrı
ayrı ve değişik koşullarla düzenlenmiş olmasına, ayırım fikrine ve
adalet düşüncesine uygun düşmektedir. Zira, yalnız başına olsaydı,
zamanaşımından yararlanabilecek iken, sırf öteki kişilerin kusurlu
eylemlerine iradesi dışında katılması yüzünden, zamanaşımından
faydalanmaması, öteki kişilere karşı zamanaşımı süresi içinde açılan
davanın, bunun içinde zamanaşımını keseceğinin kabulü, hak ve adalet
ilkelerine ters düşerdi. Nitekim, doktrinde eksik teselsülde
sorumlulardan bir kısmına karşı zamanaşımının kesilmesinin öteki
müteselsil sorumlulara sirayet etmeyeceği çoğunlukla kabul edilmektedir (
Bkz. Oğuzman, Borçlar Hukuku, Sh. 219; Tekinay, Borçlar Hukuku, Sh.
434, 1425-1426; Tandoğan, Mesuliyet Hukuku, Sh. 383; Çenberci, S.S.
Kanunu Şerhi, Sh. 301, 192 ).
Hukuk Genel Kurulu'nun 11.05.1977 gün 3068 E. 468 K; 29.04.1983 gün
2264 E. 444 K.; 07.03.1986 gün 1984/10-250 E. 1986/205 K.; 23.02.2000
gün 2000/4-103 E. 2000/124 K. ve 03.02.2010 gün 2010/10-20 E. 2010/58 K.
sayılı kararlarında da açıklanan hususlar benimsenmiştir.
Somut olayda; davacı iş sözleşmesinin 09.06.2004 tarihinde feshinden
sonra alt işverene dava açmış, bu dava temyiz edilmeden kesinleşmiş,
2006 yılında icra takibinde bulunmuş ve takibin semeresiz kalması
üzerine, önceki dosya ile hükmolunan tüm alacakların faizleri ile
birlikte tahsili için bu davayı asıl işverene karşı 05.12.2008 tarihinde
açmış, davalı asıl işveren süresinde zamanaşımı definde bulunmuştur.
Yeri gelmişken belirtilmelidir ki, 4857 sayılı İş Kanunu'nun "Tanımlar" başlıklı 2. maddesinin 6. fıkrası,
"...Bu ilişkide asıl işveren, alt işverenin işçilerine karşı o işyeri
ile ilgili olarak bu Kanundan, iş sözleşmesinden veya alt işverenin
taraf olduğu toplu iş sözleşmesinden doğan yükümlülüklerinden alt
işveren ile birlikte sorumludur." düzenlemesini içermektedir.
Bu hüküm, mali açıdan güçsüz olan alt işverenlerin işçilerini ücret ve diğer hakları yönünden korumaya yönelik bir hükümdür.
Anılan madde uyarınca asıl işveren alt işverenin işçilerinin
çalıştıkları işyeri ile ilgili Iş Kanunu'ndan ve hizmet sözleşmesinden
veya alt işverenin taraf olduğu toplu iş sözleşmesinden doğan
yükümlülüklerinden alt işverenle beraber birlikte sorumlu olur. Kanunda
geçen "birlikte" kavramının sorumluluk hukukunda düzenlenen kanundan
doğan müteselsil sorumluluk olduğu doktrinde kabul edilmektedir (
Çenberci, Mustafa: İş Kanunu Şerhi, s. 120-121, Esener, Turhan: İş
Hukuku, s.79, Uygur, Turgut: Temel Kavramlar, s.269, Çelik, Nuri: İş
Hukuku, s. 46, Narmanlıoğlu, Unal: Ferdi Iş ilişkileri, s. 118,
Tunçomağ/Centel, İş Hukukunun Esasları, s. 58, Süzek, Sarper: İş Hukuku,
s. 42, Güzel, Ali: Asıl İşveren-Alt İşveren İlişkisi, s. 45, Aktaran:
Aydınlı, İbrahim: Türk İş Hukukunda Alt işveren ilişkisi ve Muvazaa
Sorunu, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2008, s. 190-191 ).
Buna göre, somut uyuşmazlıkta müteselsil sorumlu olanlardan; dava dışı
alt işveren ile davacı arasındaki hukuki ilişki hizmet akdine dayanmakta
iken davalı asıl işveren arasındaki hukuki ilişki 4857 sayılı İş
Kanunu'nun 2. maddesinde düzenlenen "birlikte ( müteselsil )
sorumluluktan" kaynaklanmaktadır.
Davacıya karşı müteselsil sorumlu olanlardan, dava dışı alt işverenin
sorumluluğu akitten, davalı asıl işverenin sorumluluğu kanundan
kaynaklandığından; diğer bir ifade ile, asıl ve alt işveren işçilik
alacakları yönünden işçiye karşı farklı hukuki sebepler nedeniyle
sorumlu olduklarından; davacı ile davalılar arasındaki ilişki, dava
açıldığı tarihte yürürlükte bulunan mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu'nun
51. maddesi uyarınca, eksik teselsül ilişkisine dayanmaktadır.
Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında, 818 sayılı Kanun'un 134.
maddesi hükmünün eksik teselsülde yani BK'nun 51. maddesine dayanan
müteselsil sorumlulukta uygulama olanağı bulunmaması nedeniyle alt
işverene karşı açılan davanın, davalı asıl işveren yönünden zamanaşımını
kesmesi mümkün değildir.
O halde, tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki
tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere ve
özellikle dava konusu ve beş yıllık zamanaşımı süresine tabi alacaklar
yönünden zamanaşımına uğrayan fazla çalışma ve genel tatil alacağı
yönünden bu konuda bir değerlendirme yapılarak varılacak sonuca göre
karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile alt işverene
karşı açılan davanın zamanaşımını kestiği gerekçesiyle davanın kabulüne
ilişkin kararda direnilmesi isabetsiz bulunmasına göre, Hukuk Genel
Kurulu'nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken,
önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme
kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6217
sayılı Kanunun 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'na
eklenen "Geçici Madde 3" atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk
Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 5521
sayılı Iş Mahkemeleri Kanunu'nun 8/3. fıkrası uyarınca karar düzeltme
yolu kapalı olmak üzere, 09.10.2013 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
Bilmeniz halinde fark yaratacak kararlar
Danışık nedeniyle icra takibinin iptalinin istenilmesi halinde iptali yerine icra takibinin davacı bakımından hükümsüz olduğuna karar verilmelidir.
Davacı K.. Mobilya San. Tic. A.Ş. vekili tarafından, davalılar E.. Ş.. vd. aleyhine 06/01/2011 gününde verilen dilekçe ile muvazaalı işlemin iptalinin istenmesi üzerine mahkemece yapılan yargılama sonunda; davanın kabulüne dair verilen 27/07/2011 günlü kararın Yargıtay’ca incelenmesi davalı E.. Ş..
Bilinen adres ticaret sicil adresi ise bu adrese normal tebligat çıkartılmadan 35.maddeye göre tebligat çıkartılamaz
Taraflar arasındaki “maddi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Antalya 8.Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 25.07.2011 gün ve 2010/244 E-2011/262 K. Sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 4.Hukuk Dairesinin 26.11.2012
İhalenin feshi talebinin reddine ilişkin kararlar kesinleşmeden icra takibine konu yapılamaz.
Yukarıda tarih ve numarası yazılı Mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki temyiz eden tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden Daire'ye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup
Yargıtay
Yargıtay Karar Arama
Yargıtay Hukuk Dairesi Kararları Arama
Yargıtay Ceza Dairesi Kararları Arama
Yargıtay Karar Arama Nasıl Yapılır ?
Yargıtay Daire Bilgileri İle Dosya Sorgulama
Yargıtay Yerel Mahkeme Bilgileri İle Dosya Sorgulama
Yargıtay Kanunu
Yargıtay İş Bölümü
Yargıtay Haberleri
Karar Arama
Yargıtay Kararları
Yargıtay Hukuk Dairesi Kararları
Yargıtay Ceza Dairesi Kararları
BAM Kararları
Danıştay Kararları
Anayasa Mahkemesi Kararları
Uyuşmazlık MAhkemesi Kararları
Karar Arama Nasıl Yapılır?
Emsal Karar ve Emsal Karar Arama Nedir?
Yargıtay Karar Arama Nasıl Yapılır?
BAM Karar Arama Nasıl Yapılır?
Danıştay Karar Arama Nasıl Yapılır?
Anayasa Mahkemesi Karar Arama Nasıl Yapılır?