Anasayfa / İçtihat / Yargıtay Karar No : 13824 - Karar Yıl 2009 / Esas No : 11802 - Esas Yıl 2009





MAHKEMESİ : PAZARCIK ASLİYE HUKUK MAHKEMESİTARİHİ : 09/02/2009NUMARASI : 2008/657-2009/120Taraflar arasında görülen davada;Davacılar, geldisi 61 sayılı parsel olan 600 parsel sayılı taşınmazın bir kısım paylarının ortak mirasbırakan E. G..'den intikal ile taraflar adına kayıtlı olduğunu, ancak miras bırakanın hisselerinin tamamını 22.3.1983 tarihli resmi senetle kendilerine hibe ettiğini, nevarki 61 sayılı parselin kadastro mahkemesinde itirazlı olması nedeniyle bağış aktinin infazının yapılamadığını ileri sürüp, tapu iptali ve tescil isteğinde bulunmuşlardır.Birkısım davalılar miras bırakanın akit tarihinde temyiz kudretinin bulunmadığını, mirasçılardan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı işlem yapıldığını, bağışın geçerli olmadığını belirtip, davanın reddini savunmuşlardır.Mahkemece, davanın reddine dair önceden verilen kararın Dairece " ... bağışa ilişkin 22.3.1983 tarihli resmi belge irdelenmek ve değerlendirilmek suretiyle taraflar arasındaki çekişmenin giderilmesi gerekirken dava ve iddia konusu edilmeyen ve dosya kapsamına uygun düşmeyen gerekçelerle davanın reddine karar verilmiş olmasının doğru olduğu söylenemez..." gerekçesiyle bozulması üzerine bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonucunda davanın kabulüne karar verilmiştir.Karar, davalılar Ş.E.. N.P.., N.., A.. ve B.. vekili tarafından süresinde temyiz edilmiş olmakla; Tetkik Hakimi raporu okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, gereği görüşülüp, düşünüldü. Dava, tapu iptali ve tescil isteğine ilişkin olup, mahkemece hükmüne uyulan Daire bozma kararında değinildiği üzere 3402 Sayılı Yasanın 26.ve 40.maddeleri gereğince düzenlenen 22.03.1983 tarihli hibe akti değerlendirilmek suretiyle geçerliliği benimsenerek davanın kabulüne karar verilmiştir.Hemen belirtilmelidir ki, anılan belgenin hükme esas alınmasında bir isabetsizlik bulunmamaktadır.Ancak davalılar miras bırakanlarının taraf olduğu hibe akti tarihinde temlik eden E..'in akli melekelerinin yerinde olmadığını ve ehliyetsiz olduğunu savunmuşlardır.Ne varki, mahkemce ehliyetsizlik yönünden bir araştırma ve inceleme yapılmış değildir. Bilindiği üzere;davranışlarının, eylem ve işlemlerinin sebep ve sonuçlarını anlayabilme, değerlendirebilme ve ayırt edebilme kudreti (gücü) bulunmayan bir kimsenin kendi iradesi ile hak kurabilme, borç (yükümlülük) altına girebilme ehliyetinden söz edilemez. Nitekim Medeni Kanunun “ fiil ehliyetine sahip olan kimse, kendi fiilleriyle hak edinebilir ve borç altına girebilir “ biçimindeki 9. maddesi hükmüyle hak elde edebilmesi, borç ( yükümlülük ) altına girebilmesi, fiil ehliyetine bağlamış. 10. maddesinde de, fiil ehliyetinin başlıca koşulu olarak ayırtım gücü ile ergin ( reşit ) olmayı kabul ederek “ ayırt etme gücüne sahip ve kısıtlı olmayan bir ergin kişinin fiil ehliyeti vardır. “ hükmünü getirmiştir. “Ayırtım gücü “ eylem ve işlev ehliyeti olarak ta tarif edilerek aynı yasanın 13. maddesinde “ yaşının küçüklüğü yüzünden veya akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk yada bunlara benzer sebeplerden biriyle akla uygun biçimde davranma yeteneğinden yoksun olmayan herkes bu kanuna göre ayırt etme gücüne sahiptir.” denmek suretiyle açıklanmış, ayrıca ayırtım gücünü ortadan kaldıran önemli nedenlerden bazılarına değinilmiştir. Önemlerinden dolayı bu ilkeler, söz konusu yasa ile öteki yasaların çeşitli hükümlerinde de yer almışlardır.Hemen belirtmek gerekir ki, Medeni Kanununun 15. maddesinde de ifade edildiği üzere, ayırtım gücü bulunmayan kimsenin geçerli bir iradesinin bulunmaması nedeniyle, kanunda gösterilen ayrık durumlar saklı kalmak üzere, yapacağı işlemlere sonuç bağlanamayacağından karşı tarafın iyi niyetli olması o işlemi geçerli kılmaz. (Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı 11.6.1941 tarih 4/21)Yukarıda sözü edilen ilkelerin ve yasa maddelerinin ışığı altında olaya yaklaşıldığında bir kimsenin ehliyetinin tesbitinin şahıs ve mamelek hukuku bakımından doğurduğu sonuçlar itibariyle ne kadar büyük önem taşıdığı kendiliğinden ortaya çıkar. Bu durumda, tarafların gösterecekleri, tüm delillerin toplanılması tanıklardan bu yönde açıklayıcı, doyurucu somut bilgiler alınması, varsa ehliyetsiz olduğu iddia edilen kişiye ait doktor raporları, hasta müşahede kağıtları, film grafilerinin eksiksiz getirtilmesi zorunludur. Bunun yanında, her ne kadar H.U.M.K.’nun 286 maddelerinde belirtildiği gibi bilirkişinin “rey ve mutaalası” hakimi bağlamaz ise de, temyiz kudretinin yokluğu, yaş küçüklüğü, akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk gibi salt biyolojik nedenlere değil, aynı zamanda bilinç, idrak, irade gibi psikolojik unsurlara da bağlı olduğundan, akıl hastalığı, akıl zayıflığı gibi biyolojik ve buna bağlı psikolojik nedenlerin belirlenmesi, çok zaman hakimlik mesleğinin dışında özel ve teknik bilgi gerektirmektedir. Hele ayırt etme gücünün nisbi bir kavram olması kişiye eylem ve işleme göre değişmesi bu yönde en yetkili sağlık kurulundan, özellikle Adli Tıp Kurumundan rapor alınmasını da gerekli kılmaktadır. Esasen Medeni Kanunun 409/2. maddesi akıl hastalığı veya akıl zayıflığının bilirkişi raporu ile belirleneceğini öngörmüştür. Hal böyle olunca, öncelikle tarafların miras bırakanı ve aynı zamanda hibe akdinin tarafı olan Elif’in, 2659 Sayılı Yasanın 7 ve 16. maddeleri gereğince akit tarihinde ehliyetli olup olmadığının Adli Tıp Kurumu 4. İhtisas Dairesi’nden temin edilecek belgeyle saptanması ve ondan sonra bir hüküm kurulması gerekirken, bu yönde bir araştırma yapılmaksızın karar verilmiş olması isabetsizdir.O halde, birkısım davalıların temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün belirtilen nedenlerden ötürü, H.U.M.K.’nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, bozma sebebine göre sair hususların şimdilik incelenmesine yer olmadığına,…” alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 24.12.2010 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.