MAHKEMESİ : ALANYA 2. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİTARİHİ : 05/02/2010NUMARASI : 2004/888-2010/39Taraflar arasında görülen davada; Davacı, avukat olan aynı zamanda eşi olan davalıya güvenerek 13.08.2001 tarihinde genel vekaletname verdiğini, davalının vekalet yetkisini kötüye kullanarak kayden maliki olduğu 750 ada 6 parselde kayıtlı kat irtifakı kurulmuş 9 bağımsız bölüm numaralı taşınmazını, ilk eşinden olma çocukları olan diğer davalılara tapuda satış gibi göstererek muvazaalı olarak devrettiğini, satış parasını da vermeyerek kendisini zarara uğrattığını ileri sürerek, tapu iptali ve tescil, olmazsa şimdilik 10.000.-TL maddi tazminatın satış tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte davalı N.. Ç..'dan tahsili isteğinde bulunmuştur. Davalı N.. Ç.. ile E.. O.. Ç.., düzenlenen vekaletnamede taşınmazların satışı konusunda davacının yetki vermiş olduğunu, çekişme konusu taşınmazın gerçekte davalı N..'e ait olup, karı koca olan tarafların bir dönem aralarında görülen boşanma davası sırasında düzenlenen protokole istinaden davacıya devredildiğini belirterek, davanın reddini savunmuşlardır. Davalı E.. Ç.. Ç..'a, usulüne uygun davetiye tebliğ edilmesine rağmen duruşmaya katılmadığı gibi, yanıtta vermediğinden, yargılama gıyabında yürütülmüştür. Mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir. Karar, davacı vekili tarafından süresinde duruşma istemli temyiz edilmiş olmakla; Tetkik Hakimi raporu okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, duruşma isteği dava değeri yönünden reddedilip, gereği görüşülüp, düşünüldü.Dava, vekalet görevinin kötüye kullanılması hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.Yargılama sırasında davacı ölmüş, davacıyı diğer mirasçı oğlu M.. C.. Ö.. takip etmiştir. Mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir. Bilindiği üzere; Borçlar Kanununun temsil ve vekalet bağıtını düzenleyen hükümlerine göre, vekalet sözleşmesi büyük ölçüde tarafların karşılıklı güvenine dayanır. Vekilin borçlarının çoğu bu güven unsurundan, onun vekil edenin yararına ve iradesine uygun davranış yükümlülüğünden doğar. Borçlar Kanununda sadakat ve özen borcu, vekilin vekil edene karşı en önde gelen borcu kabul edilmiş ve 390/2 maddesinde "vekil, müvekkiline karşı vekaleti hüsnüniyetle ifa ile mükelleftir..." hükmüne yer verilmiştir. Bu itibarla vekil, vekil edenin yararına ve iradesine uygun hareket etme, onu zararlandırıcı davranışlardan kaçınma yükümlülüğü altındadır. Sözleşmede vekaletin nasıl yerine getirileceği hakkında açık bir hüküm bulunmasa veya yapılan işlem dış temsil yetkisinin sınırları içerisinde kalsa dahi vekilin bu yükümlülüğü daima mevcuttur. Hatta malik tarafından vekilin bir taşınmazın satışında, dilediği bedelle dilediği kimseye satış yapabileceği şeklinde yetkili kılınması, satacağı kimseyi dahi belirtmesi,ona dürüstlük kuralını, sadakat ve özen borcunu gözardı etmek suretiyle, makul sayılacak ölçüler dışına çıkarak satış yapma hakkını vermez. Vekil edenin yararı ile bağdaşmayacak bir eylem veya işlem yapan vekil değinilen maddenin birinci fıkrası uyarınca sorumlu olur. Öte yandan, vekil ile sözleşme yapan kişi Medeni Kanunun 3. maddesi anlamında iyi niyetli ise yani vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını bilmiyor veya kendisinden beklenen özeni göstermesine rağmen bilmesine olanak yoksa, vekil ile yaptığı sözleşme geçerlidir ve vekil edeni bağlar. Vekil vekalet görevini kötüye kullansa dahi bu husus vekil ile vekalet eden arasında bir iç sorun olarak kalır, vekil ile sözleşme yapan kişinin kazandığı haklara etkili olamaz. Ne var ki, üçüncü kişi vekil ile çıkar ve işbirliği içerisinde ise veya kötü niyetli olup vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını biliyor veya bilmesi gerekiyorsa vekil edenin sözleşme ile bağlı sayılmaması, Medeni Kanunun 2. maddesinde yazılı dürüstlük kuralının doğal bir sonucu olarak kabul edilmelidir. Söz konusu yasa maddesi buyurucu nitelik taşıdığından hakim tarafından kendiliğinden (resen) göz önünde tutulması zorunludur. Aksine düşünce kötü niyeti teşvik etmek en azından ona göz yummak olur. Oysa bütün çağdaş hukuk sistemlerinde kötü niyet korunmamış daima mahkum edilmiştir. Nitekim uygulama ve bilimsel görüşler bu yönde gelişmiş ve kararlılık kazanmıştır. Somut olaya gelince; davacının 13.08.2001 tarihinde davalı eşine genel yetkili vekaletname verdiği, davalı eşi N..'in de bu taşınmazı 24.05.2002 tarihinde ilk evliliğinden olan çocuklarına satış biçiminde temlik ettiği anlaşılmaktadır. Özellikle davalı N..'in 23.11.2004 tarihli cevap dilekçesinde; “ Aslında bana ait olan fakat kayden davacı üzerinde tapusu bulunan taşınmazı, davacı satacağını beyan etmesi ve satımı yapılıp bu bedelin de batacak olması sebebi ile bana vermiş olduğu vekaletnameye istinaden gerçek hak sahibi ve mirasçım olan E.. O.. ile E.. Ç.. adlarına tapusunu devrettim ” şeklinde savunmada bulunduğu, tanık anlatımlarından da taşınmazın satışına ilişkin bir talimat bulunmadığı, taşınmazın temlik sırasında gösterilen değeri ile gerçek değeri arasında açık ve aşırı fark bulunduğu, taşınmazın vekilin bizzat çocuklarına aktarıldığı, bu durumda olayı bilen konumunda olan diğer davalılar E.. ve E..'ın iyiniyetli sayılamayacakları, diğer bir deyişle Türk Medeni Kanunun 1023. maddesinin koruyuculuğundan yararlanamayacakları sonucuna varılmaktadır. Öte yandan davacıya herhangi bir bedel ödemesi de sözkonusu değildir. Belirlenen bu olgular, yukarıda açıklanan ilkelerle birlikte değerlendirildiğinde vekalet görevinin kötüye kullanıldığı duraksanmayacak biçimde saptanmaktadır. Hal böyle olunca davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken, aksine düşüncelerle reddine karar verilmesi doğru değildir. Davacının temyiz itirazları yerindedir. Kabulüyle hükmün açıklanan nedenlerden ötürü HUMK.'nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 04.11.2010 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.