Resmi belgede sahtecilik suçundan sanık Ahmet Eroğlu'nun beraatına
ilişkin, Çankırı 2. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 08.04.2009 gün ve
59-120 sayılı hükmün katılan vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine
dosyayı inceleyen Yargıtay 11. Ceza Dairesince 20.06.2013 gün ve
59-10500 sayı ile onanmasına karar verilmiştir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 09.07.2013 gün ve 236862 sayı ile;
“...1) Yaklaşık 10 yıllık bir sürecin 2. yılında azil işleminin, 10.
yılında satış işleminin gerçekleştiği, kurgulamadan bahsedilecek ise
bulunulan âna daha yakın olan 10 yılda yapılan eylemde kurgulama
aramanın gerektiği,
a) Azil işleminin gerçekleştiği 1998 yılında sanıkla eşi arasında dosyaya yansımış geçimsizliğin bulunmaması,
b) Satış işleminden yaklaşık bir yıl sonra katılanın kızı ile sanığın boşanmaları,
c) Satış işlemi sırasında evde oturan katılanın kızı olan sanığın
eşinin, evi satın almak amacıyla görmek isteyen kimse tarafından
rahatsız edilmemesinin hayatın olağan akışına olan aykırılığı,
d) Evi satın alan kişinin tekrar sanığa kiralaması ile muvazaalı kira sözleşmesi düzenlenmesinin basitliği,
e) Yurtdışında yaşayan katılanın satış işlemini öğrenememesinin hayatın
olağan akışına olan uygunluğu birlikte değerlendirildiğinde satış
işleminin muvazaalı olduğu sanık tarafından zarar kastı ile
gerçekleştirildiğinin kabulü gerekirken aksine kabul ile beraat hükmü
kurulması,
2) Sanığın satış bedeli olan parayı katılana verdiğine ilişkin
savunmasının doğruluğunun ispatı amacıyla katılanın satış tarihi
civarında yurt içinde olup olmadığının araştırılmaması,
3) Evi geçersiz bir vekaletname ile satılan kişinin, katılanın
dilekçesinde açıkladığı gibi diğer gayrimenkullerinin satılmaması için
tekrar azilname göndermesinin hayatın olağan akışı içinde makul bir
davranış olarak kabul edilmesi gerekirken, aksine kabul ile sanığın
azilnameyi bilmediğine gerekçe olarak gösterilmesi yasaya aykırı
olduğundan beraat kararı ve bu kararın onanmasına ilişkin daire
kararının yasaya aykırı olduğu" görüşüyle itiraz kanun yoluna
başvurmuştur.
CMK'nun 308. maddesi uyarınca inceleme yapan Yargıtay 11. Ceza
Dairesince 26.09.2013 gün ve 17824-13746 sayı ile, itiraz nedenlerinin
yerinde görülmediğinden bahisle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen
dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle
karara bağlanmıştır.
TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI
Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza
Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; resmi belgede
sahtecilik suçunun unsurlarının oluşup oluşmadığının belirlenmesine
ilişkindir.
Ancak, yapılan müzakerede bir kısım Genel Kurul Üyeleri tarafından,
sanığın azilnameden haberi olmadığına ve iddianame içeriğine göre resmi
belgede sahtecilik suçunun yanında ayrıca dolandırıcılık suçunu
oluşturabilecek bir anlatımın da bulunduğuna ilişkin görüşler ileri
sürülmesi üzerine Yargıtay İç Yönetmeliğinin 27. maddesi uyarınca bu
hususların öncelikle değerlendirilmesi gerekmiştir.
İncelenen dosya kapsamından;
Katılanın, sanık Ahmet’in kayınpederi olup yurtdışında yaşaması
nedeniyle eşi ve iki oğlu ile birlikte Türkiye’deki işleri ile
ilgilenmek üzere 15.08.1995 tarihinde genel vekaletnameyle sanığı vekil
olarak görevlendirdiği, 28.09.1998 tarihli azilname ile katılan
tarafından sanığın vekillikten azledildiği, azilnamenin vekaletnamenin
düzenlendiği Çankırı 1. Noterliğine ve sanığa tebliğ edildiği, tebliğin
sanıkla birlikte ikamet eden sanığın eşi ve katılanın kızı Şenay
Eroğlu’na 01.10.1998 tarihinde yapıldığı, 14.11.2005 tarihinde ise
sanığın, katılana ait olan ve eşi ile birlikte oturduğu daireyi
15.08.1995 tarihli vekaletnameye dayanarak 20.200 Lira bedelle tanık
Battal Almalı’ya sattığı, sanık Ahmet’in 25.08.2006 tarihinde boşanma
davası açması üzerine katılanın bu satış işleminden haberdar olduğunu
beyan ederek 16.10.2006 tarihli dilekçesiyle Cumhuriyet savcılığına
başvurduğu,
Suça konu taşınmazın tapu kayıtları incelendiğinde, 22.12.2003 tarihinde
Öznur Konut Yapı Kooperatifinden sanığın eşi Şenay’a tahsis yapıldığı,
31.08.2005 tarihinde katılan Nurettin’e satış yapıldığı, 14.11.2005
tarihinde ise Battal Almalı’ya satıldığı, satış senedine göre satış
bedelinin 20.200 Lira olduğu, satışın katılan adına sanık tarafından
15.08.1995 tarihli vekaletnameye dayalı olarak yapıldığı, satış
senedinde “kimlik kontrolü yapıldı, vekaletnamede azil yoktur”
ibaresinin yer aldığı,
Çankırı 1. Noterliğinde düzenlenen 15.08.1995 tarihli vekaletname
incelendiğinde, katılanın, eşi ve iki oğluyla birlikte Türkiye sınırları
içerisinde bulunan her türlü taşınmazdaki hak ve hisselerini dilediği
şekilde satma konusunda sanığa yetki verdikleri,
Çankırı 2. Noterliğinde düzenlenen 28.09.1998 tarihli azilname
incelendiğinde, katılanın yetkili kıldığı oğlu Ertuğrul vasıtasıyla
genel vekaletname verdiği sanığı gördüğü lüzum üzerine azlettiği, bu
azilnamenin vekaletnamenin düzenlendiği Çankırı 1. Noterliğine ve sanığa
tebliğ edildiği ancak azle ilişkin tebligatın bizzat sanığa değil
birlikte oturdukları eşi olan Şenay’a 01.10.1998 tarihinde yapıldığı,
15.09.2006 tarihinde katılanın müracaatı ile yeni bir azilname
düzenlenerek sanığa tebliğ edildiği ve bilgi için Çankırı Tapu Sicil
Müdürlüğüne de gönderildiği,
Sanığın talebi üzerine Çankırı 1. Noterliğinden istenen vekaletnameye
göre, 06.06.2002 tarihinde Almanya/Münster Başkonsolosluğunca düzenlenen
vekaletname ile katılanın Türkiye sınırları içerisinde yer alan her
türlü taşınmazlarını kiraya verme konusunda sanığa yetki verdiği ve bu
yetkiye istinaden sanığın 14.06.2002 tarihinde Çankırı’da katılana ait
bir dükkanı Ali Çölbekler isimli kişiye kiraya verdiği,
Çankırı 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2006/979 esas sayılı dosyasının
incelenmesinde, sanık Ahmet’in 25.08.2006 tarihinde boşanma davası
açtığı, yargılama sonucu davalı eşin kusurlu bulunarak tarafların
boşanmalarına, 2.000 Lira manevi tazminatın davalı eşten alınarak sanık
Ahmet'e ödenmesine karar verildiği, 02.04.2009 tarihinde kararın
kesinleştiği,
Çankırı 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2006/886 esas sayılı dosyasının
incelenmesinde, 23.11.2006 tarihinde katılan Nurettin tarafından
azledildiği halde kendisinden habersiz suça konu daireyi azledilen
vekaletnameye dayanarak sattığından dolayı sanık aleyhine 40.000 Liralık
alacak davası açıldığı, 10.04.2008 tarihinde de davanın kabulüne karar
verilerek 40.000 Liranın davalıdan alınarak davacıya ödenmesine karar
verildiği ve kararın kesinleştiği,
Anlaşılmaktadır.
Katılan aşamalarda; sanığın damadı olduğunu, 1995 yılında bazı işlerini
yürütmesi için kendisine vekaletname verdiğini, 1998 yılında da
vekaletnameden azlettirdiğini, kızıyla damadı arasındaki boşanma davası
sırasında oturduğu evin kira olduğunu söylemesi üzerine merak edip
tapudan araştırdığında evinin satılmış olduğunu öğrendiğini, ev satışı
ile ilgili kendisine hiçbir talimat vermediğini, satış bedelini
almadığını, durumu avukatlarına söylediğini, avukatların tekrar azilname
çektiğini, sanıktan şikayetçi olduğunu söylemiş,
Tanık Şenay Eroğlu; sanığın eski eşi olduğunu, boşanmalarına karar
verildiğini, ayrı yaşadıklarını, gösterilmiş olan tebligattaki imzanın
kendisine ait olduğunu, söz konusu azilnameyi eşi adına tebliğ aldığını,
o tarihte eşi ile birlikte yaşadıklarını, tebligatı televizyonun
üzerine bıraktığını, akşam eşi geldiğinde de tebligatı kendisine açmadan
verdiğini, sorduğunda eşinin sinirlendiğini, aralarında tartışma
çıktığını ve evden çıkıp gittiğini, eşinin babası adına satmış olduğu
yeri çok sonradan duyduğunu, boşanma davaları sırasında bu olayın ortaya
çıktığını, eşinin babasından habersiz bu işi yaptığını, söz konusu evin
kendisininde içinde oturduğu ev olduğunu, evde oturduğu esnada evi
satın aldığını söyleyen bir kişinin gelmediğini beyan etmiş,
Tanık İbrahim Ekizceli; sanığı tanıdığını, kayınpederini ise sadece
ismen tanıdığını, sanığın evi sattığını bildiğini, sanığın söz konusu
evi kayınpederi ile birlikte satın aldığını, ancak evin kayınpederinin
üzerine olduğunu, bir gün sanığın elinde siyah bir poşet ile geldiğini,
kayınpederine gitmek istediğini söylediğini, araba ile birlikte
kayınpederinin, bulunduğu yere gittiklerini, sanığın arabadan inip
kayınpederi ile görüşüp geldiğini, geri döndüğünde poşetin elinde
olmadığını, parayı verdiğini söylediğini, ancak parayı verirken
görmediğini, bu olayın 2006 yılının Nisan ya da Mayıs aylarında olduğunu
dile getirmiş,
Tanık Battal Almalı; 14.11.2005 tarihinde Öznur Apt. A Blok K: 2/9
sayılı daireyi sanıktan satın aldığını, parasını peşin verdiğini, tapuyu
da aynı tarihte kendi üzerine aldığını, sanıkla beraber tapuya
gittiklerini, sanığın elinde vekaletname olduğunu, tapuda herhangi bir
problem yaşamadığını, vekaletnamenin geçersiz olduğunu, sanığın
azledildiğini bilmediğini ifade etmiş,
Sanık aşamalarda; 2006 yılında kendisine azilname çekildiğini, o
tarihten sonra katılanın hiçbir işini yapmadığını, katılanın 13 yıllık
damadı olduğunu, kendisinin bütün işlerini takip ettiğini, söz konusu
evi katılanın bilgisi dahilinde sattığını, eşiyle aralarında uzun
yıllardır geçimsizlik olduğunu, 1998 yılındaki azilnameden haberi
olmadığını, o tarihte eşi ile birlikte
yaşadıklarını, ancak eşinin azilnameden söz etmediğini, söz konusu evin
satışını yapmak için tapuya gittiklerini, azilname olup olmadığına
bakıldığını, olmadığı anlaşılınca satışın yapıldığını, 2006 yılında
kendisine ilk kez azilname çekildiğini, bu satıştan aldığı 20.200 Lirayı
katılana verdiğini, üzerine atılı suçlamayı kabul etmediğini
savunmuştur.
Önsoruna ilişkin konuların sırasıyla değerlendirilmesinde yarar bulunmaktadır.
Sanığın, katılan tarafından vekillikten azledildiğinden haberinin olup olmadığı:
7201 sayılı Tebligat Kanununun işlem tarihi itibariyle yürürlükte
bulunan 10. maddesinde; “Tebligat, tebliğ yapılacak şahsa bilinen en son
adresinde yapılır. Şu kadar ki; kendisine tebliğ yapılacak şahsın
müracaatı veya kabulü şartiyle her yerde tebligat yapılması caizdir”,
16. maddesinde ise; “Kendisine tebliğ yapılacak şahıs adresinde
bulunmazsa tebliğ kendisi ile aynı konutta oturan kişilere veya
hizmetçilerinden birine yapılır”,
Şeklinde hükümler yer almaktadır.
Buna göre tebligat, tebliğ edilecek şahsın bilinen en son adresinde
yapılacak, şahıs adresinde bulunmadığı takdirde kendisi ile aynı konutta
oturan kişilere veya hizmetçilerden birine de yapılabilecektir.
Bu açıklamalar ışığında ön soruna ilişkin uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;
Katılan Nurettin'in, yurtdışında yaşaması nedeniyle eşi ve iki oğlu ile
birlikte Türkiye’deki işleri ile ilgilenmek üzere 15.08.1995 tarihinde
damadı olan sanığa genel vekaletname vererek vekil olarak
görevlendirdiği, 28.09.1998 tarihinde ise sanığın katılan tarafından
azledildiği, azilnamenin vekaletnamenin düzenlendiği Çankırı 1.
Noterliğine ve sanıkla birlikte ikamet eden eşi tanık Şenay Eroğlu’na
01.10.1998 tarihinde tebliğ edildiği hususlarının sabit olduğu olayda;
tebliğin yapıldığı tarihlerde sanık ile eşinin aynı çatı altında
birlikte yaşamaları nedeniyle yapılan tebliğin Tebligat Kanununa ve
usule uygun olması ve tanık Şenay'ın beyanları birlikte
değerlendirildiğinde sanığın katılan tarafından kendisine verilen
vekillik görevinden azledildiğine ilişkin azilnameden haberinin
olduğunun kabulü gerekmektedir.
Bu ön sorun yönünden çoğunluk görüşüne katılmayan onbeş Genel Kurul
Üyesi; "Azilnamenin tebliğ edildiği sanığın eşinin aynı zamanda
katılanın kızı olması nedeniyle sanığın azilnameden haberinin olduğu
hususunun şüphe boyutunda kaldığı" düşüncesiyle karşı oy
kullanmışlardır.
İddianame içeriğine göre resmi belgede sahtecilik suçu yanında ayrıca
dolandırıcılık suçunu oluşturabilecek bir anlatımın bulunup bulunmadığı:
İncelenen dosya kapsamından;
Çankırı Cumhuriyet Başsavcılığınca sanık hakkında; “Şüpheli Ahmet
Eroğlu’nun suç tarihinde şikayetçi Nurettin Güzelay'ın damadı olup,
şüpheli ile şikayetçinin kızı arasında Çankırı Asliye Hukuk Mahkemesinde
boşanma davalarının bulunduğu, şikayetçinin yurt dışında bulunması
nedeniyle 1995 yılında Türkiye'deki işleri ve gayrimenkulleri ile
ilgilenmesi için oğulları eşi ve kendisinin şüpheli damadına genel
vekaletname verdikleri, şüpheli Ahmet Eroğlu 28.09.1998 tarihinde
vekaletten azledildiği halde şikayetçiye ait Çankırı merkez AHR
mahallesi 14 ada, 122 parselde bulunan Öznur sitesi A Blok No: 9
adresindeki daireyi geçersiz vekaletnameye dayanarak Battal Almalı
isimli şahsa 14.11.2005 tarihinde satmak suretiyle üzerine atılı suçu
işlediği,
C. Başsavcılığımızca daha önce kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilmiş
olup itiraz üzerine Sungurlu Ağır Ceza Mahkemesinin 23.01.2007 tarih ve
34 D. iş sayılı kararı ile, şüphelinin üzerine atılı suçun TCK'nun
204/1. maddesinde düzenlenen resmi belgede sahtecilik suçu kapsamında
kalması ihtimaline binaen delillerin takdirinin mahkemesine ait olmak
üzere dava açılması için itirazın kabulüne karar verildiği evrak
kapsamından anlaşılmakla,
Şüphelinin duruşmasının mahkemenizde yapılarak eylemine uyan... sevk
maddesi gereğince cezalandırılmasına...,” açıklamasına yer verilen
iddianame ile kamu davası açılırken, 5237 sayılı TCK’nun 204/1
maddesinin sevk maddesi olarak gösterildiği ve suçun sahte resmi belgeyi
kullanmak suretiyle resmi belgede sahtecilik olarak adlandırıldığı,
yerel mahkemece de resmi belgede sahtecilik suçundan hüküm kurulduğu
anlaşılmaktadır.
Ceza muhakemesi hukukumuzda mahkemelerce bir yargılama faaliyetinin
yapılabilmesi ve hüküm kurulabilmesi için, yargılamaya konu edilecek
eylemle ilgili, usulüne uygun olarak açılmış bir ceza davası bulunması
gerekmektedir. 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 170/1. maddesi
uyarınca ceza davası, dava açan belge niteliğindeki icra ceza
mahkemesine verilen şikâyet dilekçesi, son soruşturmanın açılması kararı
gibi istisnai hükümler dışında, kural olarak Cumhuriyet savcısı
tarafından düzenlenecek bir iddianame ile açılır. Belirtilen kanunun
170. maddesinin 4. fıkrasında da; “iddianamede, yüklenen suçu oluşturan
olaylar, mevcut delillerle ilişkilendirilerek açıklanır” düzenlemesine
yer verilmiştir.
CMK’nun 225. maddesi uyarınca da; “Hüküm, ancak iddianamede unsurları
gösterilen suça ilişkin fiil ve faili hakkında verilir. Mahkeme, fiilin
nitelendirilmesinde iddia ve savunmalarla bağlı değildir.” Bu düzenleme
gereğince hangi fail ve fiili hakkında dava açılmış ise ancak o fail ve
fiili hakkında yargılama yapılarak hüküm verilebilecektir.
Anılan kanuni düzenlemelere göre, iddianamede açıklanan ve suç
oluşturduğu iddia olunan eylemin dışına çıkılması, dolayısıyla davaya
konu edilmeyen fiil veya olaydan dolayı yargılama yapılması ve açılmayan
davadan hüküm kurulması kanuna açıkça aykırılık oluşturacaktır.
Öğretide “davasız yargılama olmaz” ve “yargılamanın sınırlılığı” olarak
ifade edilen bu ilke uyarınca hâkim, ancak hakkında dava açılmış bir
fiil ve kişi ile ilgili yargılama yapabilecek ve önüne getirilen somut
uyuşmazlığı hukuki çözüme kavuşturacaktır.
Diğer taraftan CMK'nun 226. maddesinde ise; “Sanık, suçun hukukî
niteliğinin değişmesinden önce haber verilip de savunmasını yapabilecek
bir hâlde bulundurulmadıkça, iddianamede kanunî unsurları gösterilen
suçun değindiği kanun hükmünden başkasıyla mahkûm edilemez.
Cezanın artırılmasını veya cezaya ek olarak güvenlik tedbirlerinin
uygulanmasını gerektirecek hâller, ilk defa duruşma sırasında ortaya
çıktığında aynı hüküm uygulanır.
Ek savunma verilmesini gerektiren hâllerde istem üzerine sanığa ek savunmasını hazırlaması için süre verilir.
Yukarıdaki fıkralarda yazılı bildirimler, varsa müdafie yapılır. Müdafii
sanığa tanınan haklardan onun gibi yararlanır” hükmü getirilmiştir.
Soruşturma aşamasında elde ettiği delillerden ulaştığı sonuca göre
iddianameyi hazırlamakla görevli iddia makamı, düzenlenen iddianame ile
CMK’nun 225/1. maddesi uyarınca kovuşturma aşamasının sınırlarını
belirlemektedir. Bu bakımdan iddianamede, yüklenen suçun unsurlarını
oluşturan fiil/fiillerin nelerden ibaret olduğunun hiçbir tereddüte yer
bırakmayacak biçimde açıklanması zorunludur. Böylelikle sanık;
iddianameden üzerine atılı suçun ne olduğunu hiçbir şüpheye yer
vermeyecek şekilde anlamalı, buna göre savunmasını yapabilmeli ve
delillerini sunabilmelidir. CMK'nun 226. maddesindeki düzenlemeyle
iddianamede anlatılan eylem değişmemiş olduğunda, kanun koyucu o eylemin
hukuksal niteliğinde değişiklik olmasını "yargılamanın sınırlılığı"
ilkesine aykırı görmemiş, bu gibi hallerde sanığa ek savunma hakkı
verilerek değişen suç niteliğine göre bir hüküm kurulmasına imkan
sağlamıştır. Bu düzenlemenin bir sonucu olarak mahkeme, eylemin hangi
suçu oluşturacağına ilişkin nitelendirmede iddia ve savunmayla bağlı
değildir. Örneğin, iddianamede hırsızlık olarak nitelendirilen eylemin
suç eşyasının kabul edilmesi suçunu oluşturacağı görüşünde olan
mahkemece, sanığa ek savunma hakkı da verilmek suretiyle bahse konu
suçtan hüküm kurulabilecektir. İddianamede anlatılan ve kapsamı
belirlenen olayın dışında bir fail ve fiilin yargılanması söz konusu
olduğunda ise, suç duyurusunda bulunulması ve iddianame ile dava
açılması halinde gerekli görülürse her iki iddianame ile açılan
davaların birleştirilmesi yoluna gidilebilecektir.
Nitekim Ceza Genel Kurulunun 14.06.2005 gün ve 38-63, 09.10.2007 gün ve
44-200, 06.11.2007 gün ve 203-224, 16.04.2013 gün ve 1307-151,
06.05.2014 gün ve 1486-238, 13.05.2014 gün ve 2-257 sayılı kararları
başta olmak üzere pek çok kararında da aynı sonuca ulaşılmıştır.
Bu açıklamalar ışığında ön sorun değerlendirildiğinde;
İddianamede tarif edilen ve yargılama konusu yapılan eylem resmi belgede
sahtecilik suçuna ilişkin olup dolandırıcılık suçunu oluşturabilecek
şekilde herhangi bir anlatıma yer verilmemiştir. Nitekim yerel mahkemece
de resmi belgede sahtecilik suçundan kamu davası açıldığı kabul
edilerek sanık hakkında bu suçtan beraat hükmü kurulmuştur.
Bu itibarla iddianamede dolandırıcılık suçunu oluşturabilecek bir
anlatım olmadığından bu suçtan açılan bir davanın bulunmadığının kabulü
gerekmektedir.
Bu önsorun yönünden ise çoğunluk görüşüne katılmayan iki Genel Kurul
Üyesi; "iddianamedeki anlatıma göre sanık hakkında dolandırıcılık
suçundan da açılmış bir dava olduğu" düşüncesiyle karşı oy
kullanmışlardır.
Önsorunların bu şekilde çözümlenmesinden sonra uyuşmazlığın esasını
teşkil eden somut olayda resmi belgede sahtecilik suçunun yasal
unsurlarının oluşup oluşmadığının belirlenmesine gelince;
5237 sayılı TCK’nun “Resmi belgede sahtecilik” başlıklı 204. maddesi;
“(1) Bir resmî belgeyi sahte olarak düzenleyen, gerçek bir resmî belgeyi
başkalarını aldatacak şekilde değiştiren veya sahte resmî belgeyi
kullanan kişi, iki yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile
cezalandırılır.
(2) Görevi gereği düzenlemeye yetkili olduğu resmi bir belgeyi sahte
olarak düzenleyen, gerçek bir belgeyi başkalarını aldatacak şekilde
değiştiren, gerçeğe aykırı olarak belge düzenleyen veya sahte resmi
belgeyi kullanan kamu görevlisi üç yıldan sekiz yıla kadar hapis cezası
ile cezalandırılır.
(3) Resmi belgenin, kanun hükmü gereği sahteliği sabit oluncaya kadar
geçerli olan belge niteliğinde olması halinde, verilecek ceza yarısı
oranında artırılır” şeklindedir.
Buna göre, resmi belgede sahtecilik suçu seçimlik hareketli bir suç
olarak düzenlenmiş olup, resmi belgenin sahte olarak düzenlenmesi,
gerçek bir resmi belgenin başkalarını aldatacak şekilde değiştirilmesi
veya sahte resmi belgenin kullanılması durumunda suç oluşacaktır.
Maddenin ikinci fıkrasında, resmi belgede sahtecilik suçunun kamu
görevlisi tarafından işlenmesi ayrı bir suç olarak tanımlanarak daha
ağır bir yaptırıma bağlanmış, maddenin üçüncü fıkrasında ise, suçun
konusunu oluşturan resmi belgenin, kanunun hükmü gereği sahteliği sabit
oluncaya kadar geçerli olan bir belge niteliğinde olması halinde cezanın
yarı oranında artırılması hüküm altına alınmıştır.
Sahtecilik suçlarının hukuki konusu kamunun güveni olup, belgelerin
gerçeğe aykırı olarak düzenlenmesi, gerçek bir belgeye eklemeler
yapılması, tamamen veya kısmen değiştirilmesi eylemlerinin kamu güvenini
sarstığı kabul edilerek yaptırıma bağlanmıştır.
Öte yandan, resmi belgenin sahte olarak düzenlenmesi ya da gerçek bir
resmi belgenin değiştirilmesi eyleminin sahtecilik suçunu
oluşturabilmesi için, düzenlenen ya da değiştirilen belgenin gerçek bir
belge olduğu konusunda kişiyi aldatıcı nitelikte olması gerekir.
Aldatıcılık özelliği ya da başka bir ifadeyle iğfâl kâbiliyeti suçun
temel unsuru olup, özel bir incelemeye tâbi tutulmadıkça gerçek olmadığı
anlaşılamayan belge, sahte belge olarak kabul edilmelidir. Sahteciliğin
kişileri aldatacak nitelikte (nesnel) bulunup bulunmadığı ve beş
duyuyla ilk bakışta anlaşılabilir olup olmadığı şüpheye yer vermeyecek
şekilde belirlenmelidir.
Ceza Genel Kurulunun 09.10.2012 gün ve 335-1804 ile 14.10.2003 gün ve
232-250 sayılı kararlarında da; muhatabın hatasından, dikkatsizlik veya
özensizliğinden kaynaklanan fiili iğfalin, aldatma yeteneğinin varlığını
göstermeyeceği ve bu nedenle aldatma keyfiyetinin belgeden objektif
olarak anlaşılması gerektiği belirtilmiştir. Sahteciliğe konu olan
belgenin aldatma yeteneğinin olup olmadığının tartışılması ve
belirlenmesi öncelikle yargılamayı yürüten mahkemeye ait olup, hakim
olayın çıkış, oluş ve akışını, düzenlenen belgelerle yapılan işlemleri
göz önüne alarak, sahteciliğin kolaylıkla anlaşılıp anlaşılamayacağını
bizzat belirlemeli ve sonucuna göre belgelerde aldatma yeteneği olup
olmadığını takdir ve tespit etmelidir.
Uyuşmazlığın çözümü açısından ayrıca dolandırıcılık suçu üzerinde de durulmalıdır.
5237 sayılı TCK’nun “Dolandırıcılık” başlıklı 157. maddesinde; “Hileli
davranışlarla bir kimseyi aldatıp, onun veya başkasının zararına olarak,
kendisine veya başkasına bir yarar sağlayan kişiye bir yıldan beş yıla
kadar hapis ve beşbin güne kadar adlî para cezası verilir” şeklinde
dolandırıcılık suçunun temel şekli düzenlenmiş olup, 158. maddesinde ise
suçun nitelikli halleri on bent halinde sayılmıştır.
Dolandırıcılık suçunun maddi unsurunun hareket kısmı, 765 sayılı TCK’nun
503. maddesinde bir kimseyi kandırabilecek nitelikte hile ve desiseler
yapma olmasına karşın, 5237 sayılı TCK’nun 157. maddesinde hileli
davranışlarla bir kimseyi aldatma şeklinde ifade edilmiş olup, 765
sayılı Kanunda yer alan desise kavramına 5237 sayılı Kanunda yer
verilmemiş ve hileye desiseyi de kapsayacak şekilde geniş bir anlam
yüklenmiştir.
Malvarlığının yanında irade özgürlüğünün de korunduğu dolandırıcılık suçunun oluşabilmesi için;
1) Failin bir takım hileli davranışlarda bulunması,
2) Hileli davranışların mağduru aldatabilecek nitelikte olması,
3) Failin hileli davranışlar sonucunda mağdurun veya başkasının
aleyhine, kendisi veya başkası lehine haksız bir yarar sağlaması,
Şartlarının birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir.
Fail kendisi veya başkasına yarar sağlamak amacıyla bilerek ve isteyerek
hileli davranışlar yapmalı, bu davranışlarla bir başkasına zarar
vermeli, verilen zarar ile eylem arasında uygun nedensellik bağı
bulunmalı ve zarar da, nesnel ölçüler göz önünde bulundurularak
belirlenecek ekonomik bir zarar olmalıdır.
Görüldüğü gibi, dolandırıcılık suçunu diğer malvarlığına karşı işlenen
suç tiplerinden farklı kılan husus, aldatma temeline dayanan bir suç
olmasıdır. Birden çok hukuki konusu olan bu suç işlenirken, sadece
malvarlığı zarar görmemekte, mağdurun veya suçtan zarar görenin iradesi
de hileli davranışlarla yanıltılmaktadır. Madde gerekçesinde de,
aldatıcı nitelik taşıyan hareketlerle, kişiler arasındaki ilişkilerde
var olması gereken iyiniyet ve güvenin bozulduğu, bu suretle kişinin
irade serbestisinin etkilendiği ve irade özgürlüğünün ihlâl edildiği
vurgulanmıştır.
5237 sayılı TCK’nun 157. maddesinde yalnızca hileli davranıştan söz
edilmiş olmasına göre, her türlü hileli davranışın dolandırıcılık suçunu
oluşturup oluşturmayacağının belirlenmesi gerekmektedir.
Kanun koyucu anılan maddede hilenin tanımını yapmayarak suçun maddi
konusunun hareket kısmını oluşturan hileli davranışların nelerden ibaret
olduğunu belirtmemiş, bilinçli olarak bu hususu öğreti ve uygulamaya
bırakmıştır.
Hile, Türk Dili Kurumu sözlüğünde; “birini aldatmak, yanıltmak için
yapılan düzen, dolap, oyun, desise, entrika” (Türk Dil Kurumu, Türkçe
Sözlük, s.891) şeklinde, uygulamadaki yerleşmiş kabule göre ise; “Hile
nitelikli yalandır. Yalan belli oranda ağır, yoğun ve ustaca olmalı,
sergileniş açısından mağdurun denetleme olanağını ortadan kaldırmalıdır.
Kullanılan hile ile mağdur yanılgıya düşürülmeli ve yanıltma sonucu
kandırıcı davranışlarla yalanlara inanan mağdur tarafından sanık veya
başkasına haksız çıkar sağlanmalıdır... hileli davranışın aldatacak
nitelikte olması gerekir. Basit bir yalan hileli hareket olarak kabul
edilemez” biçiminde tanımlanmıştır.
Öğretide de hile ile ilgili olarak; “Olaylara ilişkin yalan
açıklamaların ve sarf edilen sözlerin doğruluğunu kuvvetlendirecek ve
böylece muhatabın inceleme eğilimini etkileyebilecek yoğunluk ve güçte
olması ve bu bakımdan gerektiğinde bir takım dış hareketler ekleyerek
veya böylece var olan halden ve koşullardan yararlanarak, almayacağı bir
kararı bir kimseye verdirtmek suretiyle onu aldatması, bu suretle
başkasının zihin, fikir ve eylemlerinde bir hata meydana getirmesidir”
(Sulhi Dönmezer, Kişilere ve Mala Karşı Cürümler, Beta Yayınevi,
İstanbul, 2004, s. 453),“Objektif olarak hataya düşürücü ve başkasının
tasavvuru üzerinde etki meydana getiren her türlü davranıştır” (Durmuş
Tezcan/Mustafa Ruhan Erdem/MuratÖnok, Teorik ve Pratik Ceza Hukuku,
Seçkin Yayınevi, Ankara, 2006, s. 558), “Hile; oyun, aldatma, düzen
demektir. Objektif olarak hataya düşürücü ve başkasının tasavvuru
üzerinde etki doğurucu her davranış hiledir” (Nur Centel/Hamide
Zafer/Özlem Çakmut, Kişilere Karşı Suçlar, İstanbul 2011, Beta Yayınevi,
2. Bası, Cilt I. s. 456) biçiminde tanımlara yer verilmiştir.
Yerleşmiş uygulamalar ve öğretideki baskın görüşlere göre ortaya konulan
ilkeler gözönünde bulundurulduğunda; hile, maddi olmayan yollarla
karşısındakini aldatan, hataya düşüren, düzen, dolap, oyun, entrika ve
bunun gibi her türlü eylem olarak kabul edilebilir. Bu eylemler bir
gösteriş biçiminde olabileceği gibi, gizli davranışlar olarak da ortaya
çıkabilir. Gösterişte, fail sahip bulunmadığı imkanlara ve sıfata sahip
olduğunu bildirmekte, gizli davranışta ise kendi durum veya sıfatını
gizlemektedir. Ancak sadece yalan söylemek, dolandırıcılık suçunun hile
unsurunun gerçekleşmesi bakımından yeterli değildir. Kanun koyucu yalanı
belirli bir takım şekiller altında yapıldığı ve kamu düzenini bozacak
nitelikte bulunduğu hallerde cezalandırmaktadır. Böyle olunca hukuki
işlemlerde, sözleşmelerde bir kişi mücerret yalan söyleyerek diğerini
aldatmış bulunuyorsa bu basit şekildeki aldatma, dolandırıcılık suçunun
oluşumuna yetmeyecektir. Yapılan yalan açıklamaların dolandırıcılık
suçunun hileli davranış unsurunu oluşturabilmesi için, bu açıklamaların
doğruluğunu kabul ettirebilecek, böylece muhatabın inceleme eğilimini
etkisiz bırakabilecek yoğunluk ve güçte olması ve gerektiğinde yalana
bir takım dış hareketlerin eklenmiş bulunması gerekir.
Failin davranışlarının hileli olup olmadığının belirlenmesi noktasında
öğretide şu görüşlere de yer verilmiştir: “Hangi hareketin aldatmaya
elverişli olduğu somut olaya göre ve mağdurun içinde bulunduğu duruma
göre belirlenmelidir. Bu konuda önceden bir kriter oluşturmak olanaklı
değildir”(Veli Özer Özbek/M.Nihat Kanbur/Koray Doğan/Pınar
Bacaksız/İlker Tepe, Türk Ceza Hukuku Özel Hükümler, Ankara 2012, Seçkin
Yayınevi, 4. Baskı s. 650), “Hileli davranışın anlamı birtakım sahte,
suni hareketler ile gerçeğin çarpıtılması, gizlenmesi ve
saklanmasıdır”(Doğan Soyaslan, Ceza Hukuku Özel Hükümler, 6. Baskı, s.
343), “Hilenin, mağduru hataya sürükleyecek nitelikte olması yeterlidir;
ortalama bir insanı hataya sürükleyecek nitelikte olması aranmaz. Bu
nedenle, davranışın hile teşkil edip etmediği muhataba ve olaya göre
değerlendirilmelidir”(Nur Centel/Hamide Zafer/Özlem Çakmut, Kişilere
Karşı İşlenen Suçlar, İstanbul 2011, Beta Yayınevi, 2. Bası, Cilt I. s.
462). Esasen, hangi davranışların hileli olup olmadığı ve bu kapsamda
değerlendirilmesi gerektiği yolunda genel bir kural koymak oldukça zor
olmakla birlikte, olaysal olarak değerlendirme yapılmalı, olayın
özelliği, mağdurun durumu, fiille olan ilişkisi, kullanılmışsa gizlenen
veya değiştirilen belgenin nitelikleri ayrı ayrı nazara alınmak
suretiyle sonuca ulaşılmalıdır.
Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;
Katılanın yurtdışında yaşaması nedeniyle eşi ve iki oğlu ile birlikte
Türkiye’deki işleriyle ilgilenmek üzere 15.08.1995 tarihinde genel
vekaletname vererek sanığı vekil tayin ettiği, 28.09.1998 tarihinde
katılan tarafından sanığın bu vekillikten azledildiği, 14.11.2005
tarihinde ise sanığın azledildiği bu vekaletnameye dayanarak katılana
ait taşınmazı üçüncü bir kişiye sattığı olayda, vekillikten
azledildiğinden haberdar olan sanık azilname ile geçersiz hale gelen
vekaletnameyi kullanarak katılana ait taşınmazı üçüncü kişiye satmış ve
tapu işlemleri sırasında katılanın vekili olmadığı halde bu durumu tapu
memurundan gizlemiştir. Azilname ile geçersiz hale gelen resmi belge
niteliğindeki vekaletnamenin kullanılması nedeniyle somut olayda resmi
belgede sahtecilik suçunun yasal unsurlarının oluştuğunun kabulü
gerekir.
Resmi belgede sahtecilik suçunun yanında, sanığın hileli davranışlar
yapmak suretiyle katılanın aleyhine olarak kendisine haksız bir yarar
sağlamış olması nedeniyle dolandırıcılık suçunun oluşması da sözkonusu
olacaktır. Önsoruna ilişkin olarak yapılan değerlendirmede, iddianamede
dolandırıcılık suçunu oluşturabilecek bir anlatıma yer verilmediği,
dolayısıyla dolandırıcılık suçundan açılan bir dava bulunmadığı sonucuna
ulaşıldığından bu konuda mahallinde zamanaşımı süresi içinde kamu
davası açılmasının mümkün olduğu hususuna işaret edilmekle
yetinilmiştir.
Bu itibarla, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının değişik
gerekçeyle kabulüne, Özel Dairenin onama kararının kaldırılarak sanığın
eyleminin resmi belgede sahtecilik suçunu oluşturduğunun gözetilmemesi
isabetsizliğinden bozulmasına ve sanığın tapu işlemleri sırasında
gerçeği gizleyerek kamu kurumu olan tapu müdürlüğünü aracı kılarak
dolandırıcılık suçunu da işlediği anlaşılmakla bu konuda mahallinde
zamanaşımı süresi içinde kamu davası açılmasının mümkün olduğu hususuna
da işaret edilmesine karar verilmelidir.
Çoğunluk görüşüne katılmayan Genel Kurul Üyeleri H. Eken ve M. Karayol;
"Uyuşmazlık sanığın azilname ile geçerliliğini yitiren vekaletname ile
kayınpederi olan katılana ait taşınmazı kayınpederi adına tapuda üçüncü
kişiye sattığı olayda, resmi belgede sahtecilik suçunun yasal
unsurlarının oluşup oluşmadığı noktasında toplanmaktadır. Daha önce bu
dosya ile ilgili yapılan müzakerelerde sanığın azilnameden haberdar
olup olmadığı ve kamu davasının sınırlarını oluşturan 22.02.2007 tarihli
iddianamede sanık hakkında dolandırıcılık suçundan dava açılıp
açılmadığı hususları çözüme kavuşturulmuştur. Önceki müzakerelerde
yapılan oylamalar sonucunda sanığın 28.09.1998 tarihli azilnameden
haberdar olduğu ve dolandırıcılık suçundan kamu davası açılmadığı kabul
edilmiştir.
Uluslararası sözleşmeler ve Anayasa ile güvence altına alınan “suçta ve
cezada kanunilik ilkesi” gereğince kimse işlendiği zaman yürürlükte olan
bir kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz.
Kanunilik ilkesi gereğince kanun koyucu hangi fiillerin suç teşkil
ettiğini yasada açıkça göstermek zorundadır. Resmi belgede sahtecilik
suçu seçimlik hareketli suçlardan olup TCK. nun 204/1. maddesindeki
düzenlemeye göre bu suçu oluşturan tipik hareketler, sahte bir belgenin
düzenlenmesi veya gerçek bir resmi belge üzerinde başkalarını aldatacak
şekilde tahrifat yapılması yani bu belgenin içindeki gerçeğin
değiştirilmesi ya da sahte bir resmi belgenin bilerek kullanılmasıdır.
TCK. nun 204/1. maddesindeki seçimlik hareketlerin arasında geçersiz
olan ancak sahte olmayan bir belgenin kullanılması yer almamıştır. Bir
belgenin sahte olup olmaması ile var olan geçerli bir belgenin sonradan
geçersiz hale gelmesi birbirinden farklıdır. Diğer bir anlatımla her
sahte belge mutlak anlamda geçersizdir. Ancak her geçersiz belgenin
sahteliğinden söz edilemez. Azilname ile geçersiz hale gelen bir
vekaletname (belge) kullanılarak tapuda yapılan satış işlemi
koşullarının varlığı halinde geçersiz bir hukuki işlem olarak kabul
edilebilir ise de sahte bir hukuki işlem olduğunu söylemek olanaksızdır.
Zira resmi belgede sahtecilik suçunun kanuni tanımında yer alan maddi
hareketler (tipiklik) içerisinde sahte olmayan ancak geçersiz hale
gelmiş bir belgenin kullanılması sayılmadığından bu belge kullanılarak
oluşturulan tapu kaydının sahteliğinden bahsedilemez.
Suç tarihi ile suç tarihinden sonra yürürlüğe giren Borçlar Kanununda
vekalet sözleşmesinin tanımı, ne şekilde kurulacağı, kapsamı, vekalet
sözleşmesi taraflarının borçları ve ne şekilde sona ereceği ayrıntılı
biçimde düzenlenip açıklanmıştır.
Bu kanunlardaki tanıma göre vekalet sözleşmesi vekilin vekalet verenin
bir işini veya işlemini yapmayı üstlendiği sözleşmedir. Vekalet
sözleşmesinin sona erme sebeplerinden biri azildir. Suç tarihinde
yürürlükte bulunan 818 sayılı Borçlar Kanununun 396. maddesi ile şu anda
yürürlükte bulunan Borçlar Kanununun 512. maddesinde vekaletin
taraflarca tek taraflı olarak sona erdirilmesi şeklinde tanımlanan azil,
haklı bir neden olmaksızın, tek taraflı bir beyanla kullanılabilen
yenilik doğurucu bir haktır ve vekalet sözleşmesini tek taraflı sona
erdirebilen bir kurumdur. Somut olayımızda katılan 15.08.1995 tarihli
vekaletname ile bir takım taşınmazların satış yetkisini içeren bir
vekaletname vermiş daha sonra katılan azil hakkını kullanarak 28.09.1998
tarihinde noterde bir azilname düzenlemiş ve bu azilname 01.10.1998
tarihinde sanığın o tarihte resmi olarak evli olduğu eşi Şenay Eroğlu'na
01.10.1998 tarihinde tebliğ edilmiştir. Azilname ile vekalet ilişkisi
son bulmuş yani vekaletname sanıkla katılan bakımından geçersiz hale
gelmiştir. Ancak dikkat edilecek husus azilname ile geçerliliğini
yitiren vekaletname sahte bir vekaletname değil geçersiz bir
vekaletnamedir.
Olayımızda vekillikten azledilen sanığın bu vekaletnameye dayanarak
kendisini azleden kişi (katılan) yönünden işlem yapma imkanı ortadan
kalkmaktadır. Zira aynı vekaletnamede sanığı vekil tayin eden diğer
kişiler yönüyle bu vekaletname geçerli olup hukuki sonuçlarını
doğurmaktadır. Bu nedenle sahte olmayan ancak azilname ile geçersiz hale
gelen bir vekaletnameye dayanılarak yapılan tapudaki satış işleminde
sahtecilik suçu oluşmayacaktır.
Bu hususu açıklamak bakımından sahte bir vekaletnameye dayalı satış
işleminin hukuki sonuçları ile azilname ile geçersiz hale gelen
vekaletname ile yapılan satış işleminin hukuki sonuçlarını
karşılaştırmakta fayda vardır.
Sahte bir vekaletnameye dayanılarak tapuda yapılan satış işlemi mutlak
olarak geçersizdir. Zira tapudaki resmi belge niteliğinde olan satış
işleminin dayanağı vekaletname sahtedir ve sonradan tapudaki satışı
yapılan taşınmazın sahibi (adına sahte vekaletname düzenlenen kişi) bu
işleme onay verse bile bu satış işlemi geçerli hale gelmez. Sahte bir
belgeye dayanılarak yapılan tüm hukuki işlemler mutlak butlanla maluldür
ve hiçbir durumda geçerli olabilmeleri olanaklı değildir. Aradan yıllar
geçse bile bu hukuki işlemin geçerli hale gelebilmesi mümkün değildir.
Sahte vekaletnameye dayanılarak yapılan satış işlemini öğrenen gerçek
tapu maliki satış işleminin iptali için açtığı davada alıcı üçüncü
kişinin iyi niyetli olup olmamasının yani bu vekaletnamenin sahte olup
olmadığını bilmesinin veya bilebilecek durumda olmamasının bir önemi
yoktur. Mahkemece satış işleminin dayanağını oluşturan vekaletnamenin
sahte olduğunun tespiti durumunda satış işleminin iptaline karar
verilecektir. Mahkemece verilen bu karar tespit mahiyetindedir. Mutlak
butlanla malul olan hukuk aleminde bir geçerlilik zaten kazanmayan bir
işlemin tesbiti anlamında açıklayıcı mahiyette bir karardır.
Azilname ile geçersiz hale gelen vekaletnameye dayanılarak yapılan satış
işleminin hukuki sonuçlarına gelince; somut olayımızdan gidecek
olursak, olayımızda azilname ile geçersiz hale gelen bir vekaletnameye
dayanılarak sanık 14.11.2005 tarihinde katılana ait bir taşınmazı tapuda
üçüncü kişiye satmıştır. Öncelikle burada satış işlemini sanık kendi
adına değil kendisini vekil eden adına yapmaktadır. Adına satış işlemi
yapılan kişi vekaletnamesiz iş görme hükümlerine göre bu satış işleminin
iptalini isteyebilecektir. Eğer katılan, sanık tarafından geçersiz
vekaletnameye dayanılarak yapılan bu satış işlemine onay verdiği
takdirde tapuda yapılan bu satış işlemi hukuken geçerli olacaktır.
Halbuki sahte bir vekaletnameye dayanılarak yapılan satış işleminin onay
ile geçerli hale gelmesi hiçbir surette mümkün değildir. Peki katılan
bu işleme onay vermedi ve satışın iptali için dava açtı bu durumda
mahkeme taşınmazı satın alan üçüncü kişinin iyi niyetli olup olmamasına
göre kararını belirleyecektir. Taşınmazı satın alan üçüncü kişi iyi
niyetli ise yani azilname ile vekaletnamenin geçersiz hale geldiğini
bilmiyor veya bilebilecek durumda değilse açılan dava reddedilecek yani
satış işlemi hukuken geçerli olacaktır. Üçüncü kişinin iyiniyetli
olmadığının belirlendiği yani vekaletnamenin geçersiz hale geldiğini
bilerek bu taşınmazı aldığını kabul ettiğimiz takdirde bu satış işlemi
mahkemece iptal edilecektir. Ancak önemle vurgulanması gereken husus
Mahkemenin burada verdiği karar açıklayıcı, tesbit mahiyetinde bir karar
değil kurucu, yenilik doğurucu, inşai mahiyette, karar tarihinden sonra
ileriye yürüyen mahiyette bir karar olacağıdır. Azilname ile geçersiz
hale gelen bir vekaletnameye dayanılarak yapılan tapudaki satış işlemi
sahte bir işlem değildir. Eğer sahte olduğu kabul edilseydi, sahte bir
vekaletnameye dayanılarak yapılan hiçbir hukuki işlem sonradan onay
vermekle veya işlemin yapıldığı üçüncü kişinin iyiniyetli olup
olmamasına göre geçerli hale gelemezdi.
Konuyu açıklamak bakımından birkaç örnek daha verebiliriz. Yürürlükten
kaldırılan Borçlar Kanunu ile benzer yönde düzenlemeler içeren yeni
Borçlar Kanunu'nun 512. maddesine göre, vekalet ilişkisini sona erdiren
azlin hüküm doğurma anı ne zamandır. Kural olarak bu hak yenilik
doğurucu bir hak olduğundan karşı tarafa varmakla hüküm ve sonuç
doğurmaya başlar, anılan Kanunun 514. maddesi azlin muhatabınca
öğrenilmesiyle hüküm ve sonuç doğuracağını belirtmiştir. Vekalet
sözleşmesinin tek taraflı olarak ortadan kaldırılması sonucunu doğuran
azil veya istifa kural olarak geçerli bir şekil şartına bağlı tutulamış
ise de; davaya vekalette bu kurala bir istisna getirilmiştir. Hukuk
Muhakemeleri Kanunu'nun 82/1. maddesinde “istifa eden vekilin vekalet
görevi istifanın müvekkile tebliğinden itibaren iki hafta süreyle devam
eder demektedir. Aynı düzenleme Avukatlık Kanunu'nun 41. maddesi ile de
vurgulanmıştır.
Bu husus neden önemlidir. Avukat vekalet ilişkisini sona erdiren istifa
hakkını kullanmış, istifa dilekçesi karşı tarafa tebliğine rağmen
avukatın vekalet görevi 15 gün süre ile devam etmektedir. Yani istifa
ile geçersiz hale gelen vekaletnameye dayanarak avukatın dava ile ilgili
yaptığı tüm hukuki işlemler örneğin temyiz dilekçesi verme vs. geçerli
olacaktır. İstifa ile geçersiz hale gelen vekaletnameye dayanarak
avukatın bu 15 günlük sürede yaptığı takip ettiği dava ile ilgili hukuki
işlemler sahte denilemeyecektir. Vekaletnameyi sona erdiren sebeplerden
bir tanesi de ölümdür. Yürürlükten kalkan Borçlar Kanunu ile benzer
düzenlemeler içeren Yeni Borçlar Kanununun 513. maddesi şu şekildedir.
“Sözleşmeden veya işin niteliğinden aksi anlaşılmadıkça sözleşme
(vekalet sözleşmesi) vekilin veya vekalet verenin ölümü, ehliyetini
kaybetmesi ya da iflası ile kendiliğinden sona ermiş olur. Vekaletin
sona ermesi vekalet verenin menfaatlerini tehlikeye düşürüyorsa, vekalet
veren veya mirasçısı ya da temsilcisi, işleri kendi başına görebilecek
duruma gelinceye kadar, vekil ve mirasçısı ya da temsilcisi, vekaleti
ifaya devam etmekle yükümlüdür. (Eski Borçlar Kanununun 396. maddesi)”
Tüm yargısal kararlarda ve doktirinde açıkça vurgulandığı üzere, maddede
belirtilen koşulların varlığı halinde örneğin ölüm halinde bile vekalet
verenin menfaatinin tehlikeye düşmesi halinde vekil vekaletnameyi ifaya
devamla sorumludur ve bu vekaletnameye dayanarak yaptığı hukuki
işlemler geçersiz değildir.
Örnek Yargıtay Kararları:
* Vekaletin işin özelliğinden ölümden sonrada devam edeceği anlaşılan
vekilin yaptığı temlik işlemi geçerlidir. (Somut olayda müvekkilinin
öldüğünden haberdardır)
HG.K. 20.04.1965 günlü, 22-25 sayılı kararı,
* Vekil edenin satışını vaat ettiği taşınmazı ölümünden sonra vekil tarafından devredilmesi geçerli bir işlemdir.
H.G.K. 24.03.1965 günlü 616-127 sayılı kararı
* Vekaletin sarahatinden ve işin özelliğinden vekaletin ölümden sonrada
devam ettiği anlaşıldığından yapılan satış vaadi sözleşmesi (tapuda
yapılmış) geçerlidir.
H.G.K. 26.12.1962 günlü 65-94 sayılı kararı
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Buradan şu sonuca varmak mümkündür. Azilname ile geçersiz hale gelen bir
vekaletname sahte bir vekaletname değildir. Eğer bu vekaletname sahte
bir vekaletname olarak kabul edilseydi, bu durumda sahte bir belgeye
(somut olayda vekaletnameye) dayanılarak yapılan tapudaki satış işlemi
sahte olacağından sahtecilik söz konusu diyebilirdik. Burada sahte bir
satış işlemi değil vekaletsiz iş görme hükümlerine göre
değerlendirilebilecek bir satış söz konusudur. Bu satış işleminin iptali
de vekaletsiz iş görme hükümlerine dayanılarak istenebilecektir.
Verilen örneklerde de vurgulandığı üzere, azil, istifa, ölüm gibi
nedenler vekalet ilişkisini sonlandıran işlemlerdir. Bu işlemlerin
varlığı halinde vekaletname sahte olmaz geçersiz hale gelir. Azil,
istifa veya ölüm gibi vekalet ilişkisini sonlandıran hukuki işlemlerin
varlığı halinde bu surette geçersiz hale gelen vekaletnameye dayanılarak
yapılan hukuki işlemlerin geçerli olabileceğine dair yüzlerce emsal
Yargıtay Kararları vardır. Yapılan satış işlemi sahte bir işlem
değildir. Bu nedenle somut olayda sahtecilik suçunun yasal unsurları
oluşmamıştır.
Sahtecilik suçunun oluşmadığını bu şekilde izah ettikten sonra somut
olayda, resmi belgenin düzenlenmesinde memura yalan beyan suçunun oluşup
oluşmadığını da kısaca açıklamak gerekir.
TCK'nun 206. maddesinde düzenlenen memura yalan beyan suçunun
oluşabilmesi için, yalan beyanın, resmi belge düzenlemeye yetkili kamu
görevlisine yapılması, failin de yaptığı beyanın resmi bir belgeye esas
olduğunu bilerek hareket etmesi gerekir. Ancak şu husus da önemle
belirtilmelidir ki, maddede yazılı suçun oluşabilmesi için yalan beyan
üzerine düzenlenen belgelerin tek başına hukuki geçerliliğinin bulunması
gerekir. Beyanın doğruluğu, düzenlenen resmi belge ile ispat edilecek
ise madde uygulanacaktır. Buna karşılık beyanı alan memur, beyanın
doğruluğunu tahkik edip, buna kanaat getirdikten sonra resmi belgeyi
düzenlemek durumunda ise, yani resmi belge sadece kişinin beyanı üzerine
değil de, memurca yapılacak inceleme sonucuna göre meydana getirilmekte
ise, bu suç oluşmaz. TCK'nun 206. maddenin gerekçesinde bu koşullar
açıkça yer almaktadır. 11. Ceza Dairesinin istikrarlı uygulamaları da bu
yönde olup, resmi belge düzenlemeye yetkili kamu görevlisi, beyanı
tespit ettikten sonra, mevzuat veya mutad uygulama gereği beyan
doğruluğunu araştırdıktan sonra resmi belge düzenlemek durumunda ise bu
suçun oluşmadığı kabul edilmektedir. Somut olayda sanık, katılana ait
evi satmak için Tapu memuruna katılanın vekili sıfatıyla başvurarak 1995
tarihli genel vekaletnameyi sunmuştur. Yürürlükteki tapu mevzuatına
göre vekaletname ile yapılan başvurularda, tapu memuru ibraz edilen
vekaletnamenin geçerli olup olmadığını, ilgili noterlikten araştırmak ve
tapu müdürlüğünde tutulması zorunlu olan azilname sicil defterinden, bu
vekaletnamenin azilname ile sona erip ermediğini araştırmak zorundadır.
Hal böyle olunca dikkatlice yapılacak bir araştırma sonucunda sanığın
azille geçersiz duruma gelmiş vekaletnameyi kullandığı anlaşılacağı için
satış sözleşmesi (resmi belge) düzenlenmeyecektir. Bu nedenledir ki
somut olayda kamu görevlisine yalan beyan suçu da oluşmamaktadır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 15.04.2011 gün ve 2011/58-176 sayılı
kararında belirtildiği üzere; Hukuk hakimi aynı olay nedeniyle ceza
yargılamasında hükme dayanak yapılan maddi olgular ile bağlıdır.
Bilindiği üzere, hukuk usulü bir şekil hukukudur. Davanın açılması,
itirazların ileri sürülmesi, tanıkların ve diğer delillerin bildirilmesi
belirli süre koşullarına bağlı kılındığı gibi, ikinci tanık listesi
verilememesi, iddia ve savunmanın genişletilmesi yasağı gibi,
yargılamanın süratle sonuçlandırılması gayesi ile belirli kısıtlamalar
getirilmiştir. Bunun sonucunda, hukuk hakimi şekli gerçeği arayacak,
maddi gerçek öncelikli hedef olmayacaktır. Ancak ceza hakimi bunun
tersine öncelikli hedef olarak maddi gerçeğe ulaşmaya çalışacaktır. O
halde ceza mahkemesinin maddi nedensellik bağını tespit eden kesinleşmiş
hükmünün hukuk hakimini bağlamasına, Borçlar Yasasının 53. maddesi bir
engel oluşturmaz (HGK’nun 16.9.1981 gün 1979/1-131 E. ve 1981/587 K.
sayılı ilamı, Mustafa Çemberci, Hukuk Davalarında Kesin Hüküm, 1965,
s.22 vd.).
Hukuk Genel Kurulu’nun 17.06.1998 gün 1998/19-523 E., 1998/508 K.
sayılı; 06.02.2002 gün 2002/19-16 E. 2002/47 K. sayılı ve 01.05.2002 gün
2002/10-345 E. 2002/342 K. sayılı kararlarında da; “hukuk davasına konu
olay sebebiyle açılan ceza davasında, ceza mahkemesince saptanan maddi
olguların hukuk hakimini bağlayacağı” hususuna işaret olunmuştur.
Açıklamalardan da anlaşıldığı üzere Yargıtay’ın yerleşik uygulamasına ve
öğretideki genel kabule göre, maddi olgunun tespitine ilişkin ceza
mahkemesi kararı hukuk hakimini bağlar. Bu nedenle ceza mahkemesinde bir
maddi olayın varlığı ya da yokluğu konusundaki kesinleşmiş kabule
rağmen, aynı konunun hukuk mahkemesinde yeniden tartışılması olanaklı
değildir. Buradan şu sonuca varmak mümkündür. Azilname ile geçersiz hale
gelen vekaletname ile tapuda yapılan satış işleminin sahtecilik suçunu
oluşturduğu kabulüyle ceza verildiği takdirde ceza mahkemesinin
saptadığı bu sahtecilik, sahte işlem maddi olgusu hukuk hakimini
bağlayacaktır. Bu durumda uygulamada bu tür satış işlemlerinin iptali
için hukuk mahkemelerine açılan davalarda artık hukuk mahkemeleri satın
alanın iyiniyetli olup olmadığına bakmaksızın ceza mahkemesinin verdiği
mahkumiyet kararındaki maddi olguyla bağlı olduğundan iptal kararı
vereceklerdir. Bu nedenle geçersiz vekaletnameye dayanılarak yapılan
satış işleminin sahte olduğu sonucuna götürecek bir kabul bu konu ile
ilgili yukarıda bahsedilen Borçlar Kanunu hükümlerini işleyemez hale
getirecektir.
Açıklanan nedenlerle sahtecilik suçunun unsurları oluşmadığından
mahkemenin, sanığın azilnameden haberdar olmadığı gerekçesine dayanan
beraat kararı sonucu itibariyle doğru olup itirazın reddi gerektiği
düşüncesindeyiz." görüşüyle
Çoğunluk görüşüne katılmayan Genel Kurul Üyesi R. Özkepir;
"5237 sayılı TCK’nın 204. maddesindeki düzenlemeye göre; resmi belgede sahtecilik suçunun maddi unsurları;
1-Resmi belgeyi sahte olarak düzenlemek,
2-Gerçek bir resmi belgeyi başkalarını aldatacak şekilde değiştirmek,
3-Sahte resmi belgeyi kullanmaktır.
Yukarıda belirtilen üç seçimlik hareketlerden birinin yapılmasıyla resmi belgede sahtecilik suçu işlenmiş olur.
Resmi belgede sahtecilik suçunda yapılan sahteciliğin aldatma yeteneğine
sahip olması suçun maddi unsuru ise de kamu görevlisinin aldatılması
suretiyle resmi belge düzenlettirilmesi başka suçları oluştursa bile
resmi belgede sahtecilik suçunu oluşturmaz.
Örneğin; işlediği suç nedeniyle yapılan soruşturmada başka bir kimlik
bildiren ve o kimlikle yargılanıp mahkumiyetine karar verilen sanığın
eylemi, kimliğini bildirdiği şahıs gerçekte var olan bir kimse ise,
TCK’nun 268. maddesi aracılığıyla 267. maddesinde yazılı suçu,
bildirilen kimlik herhangi bir şahsa ait değilse TCK’nun 206. maddesinde
yazılı suçu oluşturacaktır.
Yukarıdaki örnekte soruşturma evresindeki ifade tutanakları ve mahkeme
kararı resmi belgelerdir. Sanık soruşturma evresinde ifade tutanaklarını
imzalamak suretiyle resmi belgenin düzenlenmesine de fiilen
katılmıştır. Ancak, TCK’nun 204. maddesinde öngörülen suçun maddi
unsurlarından herhangi birisi gerçekleşmediğinden sanığın eylemi resmi
belgede sahtecilik suçunu oluşturmayacaktır.
Ceza hukukunda sanıklar yalnızca işledikleri eylemden dolayı
cezalandırılabilirler. İtiraza konu olayda sanığın sübuta eren eylemi
azil nedeniyle hukuken geçersiz hale gelen vekaletnameyi tapu
müdürlüğüne ibraz ederek katılan Nurettin Güzelay adına tapuda kayıtlı
taşınmazı Battal Almalı adındaki şahsa satıp devretmektir.
Bu eylemle sanık vekaletten azledildiğini gizlemek suretiyle Battal
Almalı adındaki şahsı aldatmış, kamu kurumu olan Tapu Müdürlüğünü de
araç olarak kullanarak kendisine yarar sağlamıştır. Sanığın eylemi
TCK’nun 158. maddesi 1. fıkrası (d) bendinde yazılı dolandırıcılık
suçunu oluşturmaktadır.
Sanığın eyleminde resmi belgede sahtecilik suçunun maddi unsurlarından olan;
a)Resmi belgeyi sahte olarak düzenlemek,
b)Gerçek bir resmi belgeyi başkalarını aldatacak şekilde değiştirmek,
c)Sahte resmi belgeyi kullanmak,
Seçimlik hareketlerinden hiçbirisi gerçekleşmemiştir.
Hukuken geçerli olmayan belge ile sahte resmi belge farklı kavramlardır.
Hukuken geçerli olmayan belgeyi kullanmak resmi belgede sahtecilik suçu
olarak nitelendirilemez.
Açıklanan nedenlerle sanığın eyleminin ayrıca resmi belgede sahtecilik
suçunu da oluşturacağına ilişkin çoğunluk görüşüne katılmıyorum. "
düşüncesiyle,
Çoğunluk görüşüne katılmayan onsekiz Genel Kurul Üyesi de; benzer düşüncelerle karşıoy kullanmışlardır.
SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının değişik gerekçeyle KABULÜNE,
2- Yargıtay 11. Ceza Dairesinin 20.06.2013 gün ve 59-10500 sayılı onama kararının KALDIRILMASINA,
3- Çankırı 2. Asliye Ceza Mahkemesinin 08.04.2009 gün ve 59-120 sayılı
kararının sanığın eyleminin resmi belgede sahtecilik suçunu
oluşturduğunun gözetilmemesi isabetsizliğinden BOZULMASINA,
4- Sanığın hileli davranışlar yaparak katılanın aleyhine olacak şekilde
kendisine haksız bir yarar sağlamış olması nedeniyle, resmi belgede
sahtecilik suçunun yanında dolandırıcılık suçunun da oluşması sözkonusu
olduğundan bu konuda mahallinde zamanaşımı süresi içinde kamu davası
açılmasının mümkün olduğuna,
5- Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığına TEVDİİNE, sanığın azilnameden haberdar olup olmadığına
ilişkin ön sorun ile ilgili 18.11.2014 tarihinde yapılan ilk müzakerede
yasal çoğunluk sağlanamadığından 02.12.2014 tarihinde yapılan ikinci
müzakerede oyçokluğuyla, iddianamede dolandırıcılık suçundan kamu davası
açılıp açılmadığı ile ilgili ön sorun yönünden 09.12.2014 tarihinde
yapılan müzakerede oyçokluğuyla, esasa ilişkin resmi belgede sahtecilik
suçunun yasal unsurlarının oluşup oluşmadığına ilişkin uyuşmazlık
yönünden ise 09.12.2014 tarihinde yapılan ilk müzakerede gerekli
çoğunluk sağlanamadığından 17.02.2015 tarihinde yapılan ikinci
müzakerede oybirliğiyle karar verildi.